19 Ağustos 2008 Salı

Aslan'ın Adaleti

Bir aslan, bir kurt, bir tilki avlanmak için dağlara düşmüşler. Birbirlerine yardım ederek av hayvanlarını adamakıllı yakalamayı, onların yolunu kesmeyi kurmuşlardı. Üçü de beraberce o geniş ovada birçok av elde etmek niyetindeydiler.

Aslan, onlarla beraber avlanmaktan utanmaktaysa da yine onları ağırladı, onlara yoldaş oldu. Böyle bir padişaha maiyetindeki asker, ancak zahmettir. Fakat bu "Topluluk rahmettir" deyip onlara uydu. Böyle bir ay, yıldızlarla beraber gezmeden utanır. O, yıldızların içinde ancak onları parlatmak, onlara ihsan etmek için bulunur. Reyine, tedbirine benzer isabetli bir rey, yerinde bir tedbir bulunmamakla beraber yine Peygambere " Şavirhum" emri geldi. Terazide arpa, altınla arkadaş olmuştur. Fakat bununla arpanın da altın gibi kıymetlenmesi icabetmez.

Ruh, şimdilik kalıba yoldaş olmuştur. (kalıp, ruhu korumaktır). Nitekim köpek de bir zaman için kapıyı korur. Bunlar; kudretli, şevketli aslanın maiyetinde dağa doğru gittikleri zaman işleri rast geldi, bir dağ öküzü, bir dağ keçisi, bir de semiz tavşan avladılar.

Savaşçı aslanın maiyetinde giden kişinin kebabı, gece olsun, eksik olmaz. Ölmüş yaralanmış, kan içinde bulunan avlarını dağdan çeke, çeke ormana getirince, kurt ve tilki padişahlara layık bir adaletle av hayvanlarının paylaşılmasına tamahlandılar. İkisinin de tamahı, aslana aksetti, o tamahın sebebini anladı.

Sırların aslanı ve beyi olan, kalpten geçenleri bilir. Kendine gel, ey düşüncelere dalmayı huy edinen gönül! Onun huzurunda kötü düşüncelerden sakın! O bilir, o anlar, eşeği sükut içinde sürer. Sırrını bildiğini anlatmamak, ayıbını yüzüne vurmamak için de yüzüne güler.

Aslan, onların vesveselerini anladıysa da açmadı, bir şey söylemedi, onları korudu. Fakat kendi kendine "Yoksul hasisler sizi! Ben, sizin cezanızı veririm, size gösteririm ben! Size benim hükmüm kafi gelmedi mi? Benim ihsanım hususunda zannınız bu mu? Sizin akıllarınız, reyleriniz de benden; benim dünyamı aydınlatan ihsanlarımdandır. Resim ressamı nasıl ayıplayabilir? Resme o ayıbı, o kötü görünüşü veren ressamdır. Benim hakkımda böyle hasisçe bir zanna mı düşeceksiniz? Zamanın ayıbı, arı asılsizsiniz.

Allah hakkında kötü zanda bulunanlar, sizin kellenizi uçurmazsam bu işim, hatanın ta kendisidir. Dünyayı sizin ayıbınızdan kurtarayım da bu hikaye, dünya durdukça söylenip dursun dedi. Aslan bu düşünceyle açıkça gülüyordu. Aslanın gülümsemelerine emin olma. Dünya malı, Allahnın gülümsemeleridir. Bizi bu suret sarhoş, mağrur ve perişan etmiştir. Ey Kadri yüce kişi! Sana yoksulluk ve hastalık iyidir. Çünkü o gülümseme nihayet tuzağını kurar, seni düşürür!

Aslan "Bunları payet. Ey koca kurt, adaleti tazele! Pay etmede benim vekilim ol da ne mahiyettesin, meydana çıksın" dedi. Kurt "Padişahım, yaban öküzü senin payın. O büyük, sen de büyük, iri ve çeviksin. Keçi orta boyda, orta irilikte, onun için benim. Tilki, sen de tavşanı al. Tavşan tam sana münasip" dedi.

Aslan dedi ki: "Ey kurt, hele bir daha söyle, ne dedin? Ben varken sen pay istiyorsun ha! Kurt, ne köpek oluyor ki benim gibi misli, naziri bulunmayan bir aslanın huzurunda kendisini görüyor, varım sanıyor! Kendini beğenen eşek, ileri gel!" Kurt ileri gelince bir pençe vurup onu parçaladı. Onda akıl ve isabetli bir tedbir görmeyince cezasını verip derisini yüzdü. Mademki beni görmek, seni kendinden geçirmedi, huzurumda yok olmadın. Böyle cana inleyerek ölmek gerek. Mademki huzurumda mahvolmadı, boynunu vurmak farz oldu. Allah'dan başka her şey fanidir. Mademki onun zatında fani değilsin, varlık arama! Bizim hakikatimiz de yok olana "Her şey fanidir" cezası yoktur. Çünkü o "illa" dadır, "La" dan geçmiştir. "illa" da fani olmaz. Kapıda dolaşan, Ben'den, biz'den dem vuran kapıdan sürülür, "la" makamında dolaşıp durur. Birisi, bir dostunun kapısına gelip kapıyı çaldı. Dostu "Kapıyı çalan kim?" deyince. "Benim" diye cevap verdi. Dostu "Git, şimdi zamanı değil. Böyle bir sofra, ham kişinin makamı olamaz. Hamı, ayrılık ateşinden başka ne pişirebilir, nifaktan ne kurtarabilir? " dedi .

Adamcağız gitti, tam bir yıl dostunun ayrılığıyla yanıp yakıldı. Yanıp pişerek tekrar döndü, geldi. Dostunun evinin etrafında dolaşmaya başladı. Kapıya varıp ağzından edepten dışarı bir söz çıkmasın diye yüzlerce korku ile edepli, edepli halkayı çaldı. Sevgilisi "Kim o?" deyince "Gönlümü alan sevgili sensin" diye cevap verdi. Sevgili " Mademki bensin, ey ben, gel içeri gir! Ev dar, iki kişi sığmıyor dedi. İğneye geçirilecek iplik iki ayrı iplik olursa geçmez. Mademki birsin, bu iğneden geç! İpliğin iğne ile münasebeti vardır, geçer. Fakat deve, iğne yordamından geçmez ki.

Devenin vücudu riyazat ve ibadet maksadından başka bir şeyle incelir mi? Bu işe Allah eli kudreti gerektir. Çünkü Allah, her hayali, bir iradesiyle var eder. Her olmayacak şey, onun eliyle mümkün olur; her serkeş onun kokusuyla sakinleşir.

Anadan doğma kör ve alaca illetine tutulmuş kişiler nedir ki? Onları bir tarafa bırak; ölü bile o aziz Allahnın afsuniyle dirilir. Ölüden daha ölü yokluk bile, onun var etme avucunda muztar kalır, (varlığa bürünür). Külle yevmin hüve fi'şe'n ayetini oku da onu katiyyen işsiz, güçsüz bilme. En az işi bu dünyaya her gün üç bölük asker yollamasıdır. Bir bölük asker, rahimde (çocukların) yetişip yeşermesi için babaların bellerinden analarına gider.

Bir bölük asker, dünyayı erkek ve kadınla doldurmak üzere rahimlerden bu yeryüzüne sefer eder. Bir bölüğü de herkesin yaptığı işin karşılığını görmesi için yeryüzünden ecel tarafına yürür. Bu sözün sonu yoktur. Kendine gel de iki temiz dostun hikayesine dön! Sevgilisi "Ey tamamı ile ben olan, içeri gir. Yeşillikteki gül ve diken gibi aykırı değilsin. İplik bir oldu, artık ey yanlışlık, ortadan kalk! Kaf ve Nun harflerini iki görürsen de hakikatte bir-dir" dedi. Yokluğu, büyük ve müşkül işleri cezbetmek için Kaf ve Nun çekicidir.

İş yapma hususunda bir olmakla beraber halat, surette iki kattır. İster iki ayak olsun, ister dört... Yol yürür. Makasa benzer, iki ağızlı olduğu halde birden keser. Bez yıkayan iki arkadaşa bak. Görünüşte o, buna aykırı iş görmekte. Birisi bezi suya sokar, öbür arkadaşı kurutur. Sonra yine öteki ıslatır. Sanki birbirlerine aykırı iş görürler. Fakat, ey genç! Görünüşte birbirlerinin zıddına iş görürgibi olan bu iki arkadaşın gönülleri de birdir, yaptıkları iş de.

Her Peygamberin, her velinin bir mesleği vardır. Fakat değil mi ki hepsi halkı Hak'ka ulaştırıyor, birdir. Dinleyenler, onların sözlerinden uykuya daldılar mı... Değirmenin taşlarını su götürdü demektir. Bu suyun akışı, değirmene sizin için gitmektedir. Fakat değirmene ihtiyacınız kalmadığı için değirmenci, suyu yatağına koyuverdi, asıl dereye akıttı.

Söz söyleme kudreti, öğretmek için ağza gelir; yoksa o sözün ayrı bir mecrası vardır. Sessizce, akışı tekerrür etmeksizin, bir akan cüz'ü bir daha akmaksızın ta... altında nehirler akan gül bahçelerine kadar akıp gider. Allah, harfsiz söz beliren o makamı, canımıza sen göster. Ki pak can, başını ayak yapıp yokluğun o uzak ve geniş sahasına koşsun. Yokluk alemi, pek geniş ve hudutsuz bir alemdir. Bu hayal ve varlık, o alemden yüzlerce gıda alır, o alemden belirir, beslenir. Hayaller, yokluk alemine nispetle dardır. Onun için hayal, darlık ve sıkıntıya sebep olur.

Varlık da hayalden daha dardır. O yüzden aylar, bu alemde hilal gibi görünür. Duygu ve renk aleminin, yani bu dünyanın varlığı ise... yokluğa, hayale ve varlığa nispetle büsbütün dardır, adeta daracık bir zindandır. Alemdeki terkip ve sayı, darlığa sebeptir. Fakat bizi duygularımız, terkip alemine çekip durmaktadır. O duygularla birlik alemini bil, eğer birlik alemini diliyorsan o tarafa yürü. Kün emri, bir tek iş yapar, fakat sözde Kaf ve Nun harflerinden meydana gelmiştir. Manası, yine tek ve saftır. Bu söze nihayet yoktur. Dön de o kurdun o savaşta ne olduğunu anlat.

O yüce aslan; iki baş, iki üstünlük kalmasın diye kurdun başını kopardı. Koca kurt! Mademki padişahın huzurunda kendini ölü saymadın, cezanı gör. İşte" Fentekamna minhüm?" budur. Sonra yüzünü tilkiye dönüp "Hadi, bunları yememiz için pay et" dedi. Tilki secde edip dedi ki: "Bu semiz öküz, ey emin padişah, kuşluk yemeğin. O keçiden de bahtı aydın padişaha gün ortasında yemesi için bir yahni olur. Tavşan da lutuf ve kerem sahibi padişahın akşam yemeğidir." Aslan "Tilki, adaleti parlattın, apaydın bir hale getirdin. Bu çeşit pay etmeyi kimden öğrendin? Ey ulu kişi! Bu pay edişi nereden belledin? " deyince Tilki dedi ki " Padişahım, kurdun halinden!" Bunun üzerine aslan " Mademki sen bizim aşkımıza kendini rehin ettin; üçü de senin olsun, üçünü de al, git.

Ey tilki, sen baştanbaşa bizim oldun, seni nasıl incitebilirim? Mademki sen, biz oldun; Biz de seniniz, bütün avlar da. Ayağını yedinci kat göğün üstüne bas, yüksel. Alçak kurttan ibret aldığın için artık sen, tilki değilsin, benim aslanımsın" dedi. Akıllı o kişidir ki çekinilen belada dostların ölümünden ibret alır. O zaman tilki " Aslan, bana bunu kurttan sonra teklif ette" diye yüzlerce şükürde bulundu. " Eğer önce bana, bunu pay et, diye teklif etseydi, ondan canımı kurtarmama imkan mı vardı? " diye şükürler etti.

Şu halde bizden de Allahya şükürler olsun ki, bizi ancak helak olanlardan sonra dünyaya getirdi. Bu suretle Hak'ın, geçmiş zamanlarda gelip geçen kavimleri nasıl helak ettiğini duyduk. Nihayet, o önce gelip geçen kurtların halini duyup da tilki gibi kendimizi koruyabiliriz.

İşte Allahnın o hak Peygamberi, o sözü doğru peygamber, bize bu yüzden "Acınmış ümmet" adını taktı. Ey ulular, o kurtların kemiklerini, tüylerini apaçık görün de bu halden ibret alın! Akıllı, bu varlığı, bu kibir ve gururu terk eder; çünkü Firavun'un halini hatıra getirir. Eğer ululanmayı bırakmaz, ibret almazsa onun azgınlığından başkaları ibret alır!

Nuh "Ey serkeşler! Ben, ben değilim. Ben, canımdan öldüm, varlığımı terk ettim. Allah ile diriyim. İnsanlık duygularımı değiştirdiğim için Allah bana duyuş, anlayış, görüş oldu. Çünkü ben, ben değilim. Bu nefes ondandır. Bu sözün karşısında söz söyleyen, inkarda bulunan kafirdir" dedi. Bu tilki suretinde aslan gizlidir. Bu tilkinin bulunduğu yerde yiğitlik taslamağa gelmez. Suretine bakıp aslan olduğuna inanmıyorsan ondan aslan kükreyişini de duymuyor musun? Nuh'ta Allahdan bir kudret yoktu da bütün dünyayı neden birbirine vurdu?

Bir vücutta yüz binlerce aslan vardı. O, ateş gibiydi, alemse bir harman. Harman, onun onda bir hakkını gözetmeyince o da harmana böyle bir şuleyi saldı, yakıp kül etti. Kim, bu gizli aslanın önünde kurt gibi ağız açıp edepten dışarı konursa, Aslan, kurdu nasıl paraladıysa onu da paralar, ona nasıl " Fentekamna" ayetini okuduysa buna da okur. Aslan pençeyi yer. Aslanın önünde yiğitlik satanın aklı yoktur. Keşke o yara yalnız vücuda gelseydi de gönül ve iman selamette kalsaydı... Söz buraya gelince kuvvetim kesildi. Bu sırrı nasıl açayım?

O tilki gibi siz de boğazınızı az düşünün, onun huzurunda hileye az sapın. Huzurunda bütün bizi, beni terk edin... Mülk, onun mülküdür; mülkü ona teslim edin. Doğru yola yoksulca gelirseniz aslan da sizindir, aslanın avladığı av da sizin. Çünkü o, paktır; Sübhan, onun vasfıdır. O, batını şeylerden de müstağnidir, zahiri şeylerden de. Ondaki her türlü av, her çeşit ikram ve ihsan o padişahın kulları içindir. Padişahın hiçbir şeye tamahı yoktur, O, bütün bu devleti halk için düzüp koşmuştur; ne mutlu anlayana!

Dünyanın ve ahiretin devletleri; devleti, dünyayı ve ahireti yaratan kişinin ne işine yarar? Şu halde Süphannın huzurunda gönlünüzü koruyun ki sonra kötü düşünceden utanmayasınız. Çünkü o; halis sütün içindeki siyah kıl gibi bütün gizli şeyleri, düşünceleri arayıp taramayı...her şeyi görür. Suretten geçip gönlünü arıtan kişi, gayp suretlerine ayna olur. Şüphe yok, sırrımızı anlar; çünkü mümin, müminin aynasıdır. Nakdimizi mehenge urunca derhal yakini şüpheden ayırt eder. Canı, nakitlerin mehengi olunca elbette ayarı sağlam olanı da görür, kalp olanı da. Hatırlarsan duymuşsundur; padişahların böyle bir adeti vardı: Sol taraflarında yiğitler, bahadırlar dururdu, çünkü kalp vücudun sol tarafındadır. Defterdarlarla hesap memurlarının ve kalem ehli olanların makamı sağ taraflarındaydı. Çünkü yazı yazmak ve bir şeyi tespit etmek sağ elin işidir. Sofilere karşılarında yer verirlerdi. Zira onlar, can aynasıdırlar, hatta aynadan da iyidirler. Gönül aynasının bikir suretleri kabul etmesi o aynada bu görülmemiş suretlerin görünmesi için kalplerini zikirle, fikirle cilalamışlardır. Yaratılış sulbünden temiz ve güzel doğan kişinin önüne ayna koymak gerektir. Güzel yüz, aynaya aşık olduğu gibi cana cila, kalplere de temizlik verir.Kaynak:Mesnevi Cilt:1

16 Ağustos 2008 Cumartesi

Bu gece "Berat Kandili"

16 Ağustos 2008 Cumartesi gününü Pazara bağlayan gece, Berat Kandili’dir. Berat Kandili, içlerinde Allah’a kulluk görevini yerine getirmede kusur ve yanlışının olduğunu hissedenlerin Yüce Allah’a yönelerek, O’nun rahmet, şefkat ve mağfiretine sığınabilecekleri, karardığını düşündükleri gönüllerini tövbe ve istiğfarla arındırabilecekleri çok özel bir gecedir.
Yüce Allah’ın af ve merhametine sığınarak günahlardan arınma, ilahi lütuf ve bereketlere erişebilme hemen her müminin temel gayesidir. Üç ayların girmesiyle idrak etmeye başladığımız bu tür mübarek gün ve geceler, manevi hayatımızda öze dönme ve kendimizi yenileme fırsat sunan, toplumda birlik, beraberlik ve kardeşlik duygularının yoğun bir şekilde yaşanmasını sağlayan, ilahî af ve mağfiret niyazlarını zirveye taşıyan bereket yüklü zaman dilimleridir.
Bu mübarek gecenin bize sunduğu manevi iklimde beratımızı almamızın Yüce Rabbimiz’in ilahi mesajına kulak vermekle, ahlakî erdemleri hayatımıza yansıtmakla mümkün olacağını bir kez daha anlarız; başkalarının hak ve hukukuna riayetin temel dini ödevlerimizden olduğunu, harama el uzatmanın, kul hakkı ihlalinin bizi ilahi mağfiretten uzaklaştıracağını biliriz. Yaradanına, kendisine, yakın - uzak çevresine ve bütün insanlığa karşı sorumlulukları bulunan bir varlık olduğumuzu bu gecede tekrar hatırlar, bu görevlerimizi ihmal edip etmediğimizi sorgularız.
Öyleyse, gönüllerimizin müstesna bir coşku yaşadığı bu mübarek gecede, her türlü ayrılık ve ayrımcılığı, bencillik ve düşmanlığı geride bırakarak dünyaya hikmet gözüyle bakmaya çalışalım. Yaşadığımız hayatın geçici olduğunu, Allah katında kalıcı olanın ise imanımızın ve yararlı işlerimizin olduğunu fark edelim. İnsanı insan olduğu için sevip, Yaradandan dolayı hoş görüp dünyaya biraz da rahmet penceresinden bakalım. Etrafımıza kin ve nefret yerine, sevgi ve barış tohumları ekelim. Yalan, gıybet ve iftira gibi bizi birbirimize düşman eden kötülüklerden uzak duralım. Düşmanlık, dargınlık ve kırgınlıkları ortadan kaldırarak, dostluk, kardeşlik, huzur ve güven içinde bir hayat sürdürmeye gayret edelim. “Mü’minler ancak kardeştirler” (Hucurât, 10), “Parçalanıp bölünmeyin” (Âl-i İmrân, 103) ayetlerindeki tavsiyeleri bir kere daha düşünerek, birlik ve beraberliğimizi pekiştirelim. Sevgili Peygamberimizin (s.a.s.) ifadesiyle, birbirimizi sevmedikçe olgun bir imana sahip olamayacağımız gerçeğini asla unutmayalım.
Toplumları derinden sarsan sayısız sorunun yaşandığı günümüz dünyasında, huzur ve barışın, insanlık onuruna yakışır aydınlık bir geleceğin inşası için hepimize ciddî görevler düşmektedir. Bu yüzden hayatı daha yaşanabilir kılmak ve birbirimizin yükünü azaltmak için ailevi ve sosyal ilişkilerimizde sevgi, yardımlaşma, merhamet ve hoşgörüyü öne çıkaralım; böyle feyizli ve bereketli gecelerde anne ve babamızın hayır dualarını alalım ve çevremizle insanî ilişkilerimizi daha da güçlendirelim. Sevinçleri ve nimetleri paylaşmayı, zayıfların ihtiyaçlarını gidermeyi, muhtaçların dertlerine derman olmayı ve acıları dindirmeyi öğrenelim ve hayata geçirelim.
Bu duygu ve düşüncelerle; aziz milletimizin ve bütün İslâm aleminin Berat Kandilini tebrik ediyor, bu gecede yapılan duaların birlik ve beraberliğimizin güçlenmesine, insanlık aleminin barış ve huzuruna vesile olmasını Cenâb-ı Allah'tan niyaz ediyorum.KAYNAK

8 Ağustos 2008 Cuma

"SÜNNET" NE DEĞİLDİR?

Sünnet, sakal-bıyık, elbise sarık, kılık kıyâfet midir?

Allah Rasûlü’nün sünneti ne olabilir?

Allah sünneti, “sünnetullah” nedir?

Anlayışı kıtların sünnetten anlayışı, erkek çocuklara yapılan bir operasyondan ibarettir!!

Anlayışı sınırlıların sünneti ise biraz daha ileri uzanır... Sakal-bıyık ile elbise sarık olur sünnet, onlar için!... Allah Rasûlüne uymak demek onlar için, 1400 küsur yıl önceki kıyafete bürünüp, o devrin örf âdetlerine uymak demektir!..

Kendilerinin Müslüman olduklarını, kısa kol gömlek giyenlerin ise kâfir olduklarını söyleyen Müslümanlardır bunlar!

Şâh-ı velâyet, “İlmin Kapısı” Hazreti Âli’yi şehîd edenler kadar Müslüman’dır bunlar!... Anlayışları, O yüce Zâtı Din dışı gören anlayıştır bunlarınki!.

Hazreti Muhammed aleyhisselâmın Hazreti Âli için söylediklerini bir inceleyin... O’nu Rasûlullah yolunda bulmadıkları için şehîd eden Müslümanların hâlini ve anlayış kapasitelerini iyi anlayın!

Sünnete, Din’e hizmet adı altında Dini saltanata dönüştürüp bugünlere kadar insanlara hükmetmek için DİN’i kullananları iyi fark edin!.

Özel olarak bu konuda anlattıklarım bir vesile bir internet haber sitesinde kısmen nakledilince biraz daha konuya açıklık getireyim istedim bizzat!

LUTFEN BU ANLATACAKLARIMI İYİ DÜŞÜNÜN...

Daha 20 yaşındayken yani bundan 40 yıl önce Hazreti Rasûlullah’ı rüyamda görmüştüm ve bana Hazreti Ebû Bekr’e gitmemi söylemişti... Gerisi önemli değil... Ben de bundan sonra Hazret’i Ebu Bekr’in hayatını yazmıştım o sene... Daha sonra da Hazreti Rasûlullah’ın yaşamının Mekke devrine ait kesitlerini hadislerle yazmıştım “Muhammed Mustafa” aleyhisselam adı altında.

Bunu şu sebepten yazıyorum... O devrin yaşantısını hayli iyi araştırmıştım... Yaklaşık 60 bin civarında Hadis okumuştum sahih kaynaklardan.

Şimdi olayı iyi düşünelim...

Allah Rasûlü Muhammed Mustafa aleyhisselâm bilindiği üzere putperest Kureyş Kabilesi içinde dünyaya gelmişti... Dedesi, amcaları, akrabaları kabilenin inancı üzere yaşıyorlardı...

O yüce Zât da onların arasında doğdu büyüdü... Onlar gibi GİYİNDİ, onlar gibi SAKAL BIRAKTI, onlar gibi SARIK SARDI!. Onlar gibi oturup kalkıp, yedi içti...

Böylece 39 yaşına ulaşıp Allah RASÛLÜ oldu!... Allah Rasûlü olarak gerçekleri bu yaşta fark edip; üç sene sonra Nübüvveti tahakkuk edince de, insanlara neler yapmalarını anlatmaya başladı vahyolduğu üzere, ebedi hayatlarını kazanmaları için.

İşte ne bu süreç içinde ne de sonrasında, ne SAKALINI DEĞİŞTİRDİ NE DE KIYAFETİNİ !

Gene onlar gibi sarık sardı, gene onlar gibi giyindi, gene onlar gibi sakallı dolaştı!. Çok renkli çubuklu elbisesini bile giymeye devam etti!..

ALLAH Rasûlü’nün sünneti, Rasûlü olduğu ismi “ALLAH” olanın sünnetidir; “SÜNNETULLAH”tır!.

Biz de “SÜNNETULLAH”ı anlayıp ona uyduğumuz zaman “sünnet-i Rasûlullah” ve “Sünnetullah" üzere oluruz! Sakal bıyık, elbise sarık ile değil!.

Ayrıca burada EN ÖNEMLİ FARK EDİLESİ HUSUS ŞUDUR:

Rasûlullah, o putperest Ebu Cehil, Ebu Lehep ve onların takipçisi, Rasûlullah torunu katili Yezid gibilerin kıyâfet örflerine karışmadığı gibi; onlara böyle bir öneri dahi götürmeyip; onlar gibi giyinip yaşamaya devam etmiştir yaşam biçiminde. Çünkü bu, DİN'in gereğini yaşamada önemi olmayan bir konu idi; ve bunun ebedi hayat gerçeği veya ismi “ALLAH”, olanın bilinmesiyle bir ilgisi yoktu!

Bu da demektir ki...

Allah bir insana hidayet ederse, o kişi içinde yaşadığı toplumun örf ve âdetlerine göre giyim kuşamını devam ettirebilir, ama “sünnetullah” gereği konularda onlara uymaz; hidayet üzere olduğu konularda, onlara öğrendiği gerçekleri bildirmeye devam eder!.

Yani, kişinin içinde yaşadığı toplumun örf âdet, kıyafet gibi hususlardaki anlayışına karşı çıkması değil, tam tersine onlara uyması SÜNNETİ RASÛL’dür!.

Çünkü DİN insanlara kılık kıyafet devrimi için gelmemiştir! Kılık kıyafetle uğraşmak “Din”in işi değildir. İnsanlar toplumsal barışı bozmayacak biçimde inandığı gibi istediği gibi giyinip, okuma, yaşama, çalışma haklarına sahiptir sünnete göre!. Bu beyni anlayamayıp bedende kalanlara ters gelse de!

Kıyafetine bakarak kişinin dinine hüküm vermek, kişinin gelişmemiş bir taklitçi beyne sahip olduğunun açık ifadesidir.

İsmi “ALLAH”, olanın Rasûlü, insanlara, içinde yaşadıkları sistem ve düzenin gerçeklerini bildirerek, onların, o günde “DİN” adı verilmiş olan, Allah sistem ve düzenine uygun yaşayarak, kendilerini ebedi hayata hazırlamaları için çaba göstermiştir!.

“DİNDAR” kişi demek, Allah sistem ve düzenini araştırıp sorgulayıp, anlayıp; gereğince yaşamayı kabullenmiş kişi demektir!. Dindar kişi bu “OKU”duğu sistem gerçekleri dolayısıyla da “muttaki” yani kendini koruyan olur, fark ettiği gelecekteki tehlikelere karşı!.

Allah Rasûlünün sünnetine tâbi olmak demek, onun anlayışını benimseyip, gösterdiği yolda yürümek ve dediklerini uygulayarak geleceğin güzelliklerine erişmek demektir. Onun bildirdiği özündeki hakikati keşfedip; onun muhteşem sonuçlarını yaşamak demektir!. Taklitle ömür tüketmek değil!.

Rasûlullah’ın sünnetine uymak, kendisine hibe edilen ilmi, insanlarla karşılıksız olarak paylaşmak demektir! İnsanları kılık kıyâfet hikâyeleriyle avutmak değil!.

Allah sistem ve düzenini yani “sünnetullah”ı idrak eden ve gereklerini uygulayan kişi, “sünneti Rasûlullah”a da uymuş olan kişidir!.

“Kim kendini hangi kavme benzetirse o kavimdendir” uyarısı, kişinin, fikir ve inancını paylaştığı topluluktan olduğuna işaret eder... Elbise veya sakalının benzemesini değil!.

"Din" adı altında insanlara hükmetmek yazısında anlattığım üzere, bir takım insanlar “DİN”in sorgulanmasını, araştırılmasını yasaklamışlar; ve böylece de düşünme yetisi olmayan, ezberci, teyp beyinli insanlar üremesine yol açmışlardır.

Dünya, hikmet yurdudur ve Rasûlullah’ın her açıklaması bir hikmete dayanmaktadır!. Akıllı insan, Rasûlullah’ı daha iyi anlamak için, her beyânını sorgulayıp araştırıp, bildirilenin hikmetine ermeye çalışır.

“Hikmet müminin yitiğidir” uyarısı buna işaret eder.

Düşünce sisteminde çelişki ya da kopukluk olan kişi “DİN”i anlamamış, içinde yaşadığı sistem ve düzeni, mekânizmayı “OKU”yamamış taklitçidir!.

Oysa, “DİN” taklit kabul etmez!.

Fiîlin taklidi aynı sonucu oluşturur; ama anlayışın taklidi olmaz!.

“Fâkih” yani anlayışlı olmak Allah lutfudur. Böylece kişi mukallit olmaktan çıkar. Fıkıh kuralları ezberlemek, “fâkih” olmak demek asla değildir!.

Ezbercilik, teyp icat olalı değerini yitirmiştir!.

“Din” bize “OKU”nası olarak bildirilmiştir ki, içinde yaşadığın sistem ve düzeni fark edesin; daha önemlisi "KENDİNİ TANI"yasın! Hakikatindeki hazineyi keşfedesin; ve sonunda ismi “ALLAH” olanı holografik gerçeklik esasına göre tanıyıp, evrendeki yerini bilesin... Bunu anlamamış olanlar, hayatlarında bir kere bile “İHLÂS” okumamışlardır yüz bin kere çekseler dahi!...

“Çok namaz kılan vardır yanına yorgunluktan başka şey kalmaz; çok oruç tutan vardır açlıktan başka kârı olmaz” şeklindeki Rasûlullah uyarısını iyi düşünelim.

Allah Rasûlü, Kurân-ı anlayalım ve üzerinde tefekkür edelim diye bize bildirmiştir. Ta ki, yaşamımızda attığımız adımları “sünnetullah”a uygun atalım! Saç-sakal-kıyafet dedikodusuyla, gıybetiyle vakit geçirip, insan yargılamalarıyla ömür harcayalım diye Rasûl gelmemiştir!.

İsmi “ALLAH” , olan yanı sıra tanrı ve tanrılık kavramı yoktur (La İLAHE İLLA ALLAH); diye giriş yapılan “DİN” anlayışı nedir?

Bunu sorgulayıp anlamaya çalışmayanlar, ömrünü taklitle tüketenler; hazineyi okuyamamanın sonuçlarını büyük hüsran ve sükûtu hayalle ödeyeceklerdir!...

Ne çare ki sistemde geçmişi TELÂFİ kavramı da yoktur!.KAYNAK




Not. Kişisel değerlendirmemdir, kimseyi bağlamaz! Dileyen paylaşır dileyen paylaşmaz. Kimileri de çıkarlarına uymadığı için kafa karıştırdığımızı ileri sürerek, "düşündürüyorsun yasaklanmalısın" deyip okunmamızı yasaklar.

2 Ağustos 2008 Cumartesi

Tevekkül mü yoksa çalışmak mı?

Güzel bir derede av hayvanları, aslan korkusundan ıstırap içindeydiler. Çünkü aslan, daima pusudan çıkıp birisini kapmaktaydı. O otlak bu yüzden hepsine fena geliyordu.
Hileye baş vurdular; aslanın huzuruna geldiler: “Biz sana gündelikle yiyecek verip doyuralım. Bundan sonra hiçbir av peşine düşme ki bu otlak bize zehrolmasın.”dediler.

Aslan dedi ki: “Hileye uğramasam, vefa görecek olsam dediğiniz doğru. Ben şundan bundan çok hileler görmüşümdür.

İnsanların yaptıkları işlerden, ettikleri hilelerden helak olmuşum; o yılanlar, o akrepler tarafından çok ısırılmışım.

İçinde pusu kurmuş olan nefis ise, kibir ve kin bakımından bütün adamlardan beterdir.

Benim kulağım “mümin, bir zehirli hayvan deliğinden iki kere dağlanmaz” sözünü işitti; Peygamberin sözünü canla gönülle kabul etti.”

Hepsi dediler ki: “Ey halden haberdar hakim! Çekinmeyi bırak; çekinme, insanı kaderin hükümlerinden kurtaramaz. Kaderden çekinmekte perişanlık ve kötülük vardır, yürü, tevekkül et ki tevekkül, hepsinden iyidir.

Ey kötü hiddetli adam! Kaza ile pençeleşme ki kaza da seninle kavgaya tutuşmasın.

Tanyerini ağartan Tanrı’dan bir zarar gelmemesi için kulun Hak hükmüne karşı ölü gibi olması lazımdır.”

Aslan: “Evet, tevekkül kılavuzsa da bu sebebe teşebbüs de, Peygamber’in sünnetidir.

Peygamber, yüksek sesle “Tevekkülle beraber yine devenin ayağını bağla” dedi.

“Çalışan kimse Tanrı sevgilisidir” işaretini dinle; tevekkülden dolayı esbaba teşebbüs hususunda tembel olma” dedi.

Hayvanlar ona: “Çalışıp kazanma, bil ki, halkın itikat zayıflığı yüzünden, harislerin boğazları miktarınca bir riya lokmasıdır.

Tevekkülden daha güzel bir kazanç yoktur. Esasen Hak’ka teslim olmadan daha sevgili ne var?

Çokları beladan belaya; yılandan ejderhaya sıçrarlar. İnsan hile etti ama hilesi kendisine tuzak oldu... can sandığı, içici bir düşman kesildi! Kapıyı kapadı, halbuki düşman evinin içindeydi. Firavun’un hile ve tedbiri de işte buna benzer masallardandı.O kin güdücü, yüz binlerce çocuk öldürdü; aradığı ise evinin içinde idi.

Madem ki bizim gözümüzde bir çok illet var; yürü kendi görüşünü dostun görüşünde yok et! Bizim görüşümüze bedel onun görüşü, ne güzel bir karşılıktır. Bütün maksatları onun görüşünde bulursun.

Çocuk; tutucu, koşucu değilken ancak babasının omuzuna biner. Halkın canları; el ayak sahibi olmazdan, beden kaydına düşmezden evvel vefadan sefaya uçuyordu.

Vakta ki”İniniz” emriyle hapis olundular, hiddet, hırs, kanaat ve zaruret kayıtlarına düştüler.
Biz Hak’kın hayali ve süt isteyen yavrularıyız. (Peygamber) “Halk Tanrı hayalidir” dedi.
Gökten yağmur veren, rahmetiyle can vermeye de kadirdir” dediler.

Aslan dedi ki: “Evet ama Kulların Tanrı’sı bizim ayağımızın önüne bir merdiven koydu. Dama doğru basamak basamak çıkmalı burada cebri olmak ham tamahtır.

Ayağın var, nasıl olur da kendini topal edersin; elin var niye pençeni saklarsın?

Efendi, kölenin eline beli verince söylemeden dileği malum olur. Bel gibi olan el de, Tanrı işaretlerindendir. Sonu düşünmek hassası da onun ibarelerindendir. Tanrı’nın işaretlerini canına nakş ederek ve o işarete vefakarlık ederek can verirsen.

Sana nice sır işaretleri bahşeyler; senden yükü kaldırır, seni iş güç sahibi eder.Şimdi yük altındasın; Tanrı seni yükler, bidirir... Şimdi onun emrini kabul etmektesin; sonra seni makbul eder.

Şimdi onun emrini kabul etmişsin, sonra o emirleri söylersin. Şimdi vuslat arıyorsun, ondan sonra da vasıl olursun. Tanrı’ını nimetlerine şükretmeye çalışmak kudrettir. Senin cebriliğin ise o nimeti inkardır.

Onun verdiği kudrete şükretmek kudretini arttırır. Cebir ise nimeti elinden çıkarır. Senin cebriliğin yolda uyumaktır, uyuma; o kapıyı, o dergahı görmedikçe uykuya dalma! Ki rüzgar her anda dalları silkip başına çerez ve azık döksün.

Cebre inanmakla yol kesen haydutlar arasında uyumak müsavidir. Vakitsiz öten kuş nasıl olur da kurtulur? Eğer onun işaretlerine burun büküyorsan kendini erkek mi sanıyorsun! Sendeki bu kadarcık akıl da zayi olur, aklı uçan başsa buyruk kesilir!

Zira şükür etmemek uğursuz ve ayıp bir şeydir; o hal, şükretmeyeni, ta ateşin dibine kadar çeker götürür.Tevekkül ediyorsan çalışmak hususunda tevekkül et; kazan da sonra Tanrı’ya dayan!”

Hepsi ona bağırarak dediler ki: “Sebep tohumlarını eken o harisler...”

Kadın, erkek nice yüz binlerce kişi, neden oldu da zamanın menfaatlerinden mahrum kaldılar?
Dünyanın başlangıcından beri yüz binlerce kavim, ejderha gibi ağız açmışlar;O bilgili, idrakli kavimle hileler düzmüşler, tedbirlerde bulunmuşlardır. Öyle tedbirler ki o tedbirlerle dağ bile ta dibinden kopar, yerinden ayrılırdı.

Tanrı, onların hile ve tedbirini “o tedbirler yüzünden dağların tepeleri bile oynar, yıkılır, dümdüz olurdu” diye övdü.

(Bunca tedbirlerine rağmen) o avlanmalarından, o çalışmalarından ezelde verilen kısmetten başka bir şey yüz göstermedi... Hepsi tedbirlerden de aciz kaldılar, çalışmadan da; ortada Tanrı’nın işi ve hükümleri kaldı.

Adı sanı belli kişi! Kazanmayı bir addan başka bir şey bilme; ey kurnaz ve hilekar adam! Çalışmayı bir vehimden başka bir şey sanma.”

Saf bir adam, bir kuşluk çağında koşa koşa Süleyman’ın adalet sarayına erişti.Yüzü gamdan sararmış, dudakları morarmıştı. Süleyman ona “Efendi ne oldu?” dedi.O “Azrail, bana öyle bir hışımla, öyle bir kinle baktı ki...” dedi.Süleyman “Peki şimdi ne diliyorsan dile bakalım” dedi. O dedi ki: “Ey canları koruyan rüzgara emret; Beni ta Hindistan’a götürsün; belki kullunuz oraya gidince canını kurtarır.”

İşte halk fakirlikten böyle korkar. Onun için insanlar hırs, emele lokma olurlar.Fakirlikten korkmak tıpkı o adamın ölümden korkmasına benzer. Hırsı, çalışmayı da sen Hindistan farz et!

Süleyman rüzgara emretti; rüzgar da onu derhal Hindistan’da bir adaya götürdü. Ertesi gün Süleyman, divan vakti halkla buluşunca Azrail’e dedi ki:
“O müslümana ne sebeple hışımla baktın? Ey Tanrı elçisi, bana anlat. Acaba bu işi o adamın hanümanından avare etmek için mi yaptın?

Azrail, cevaben dedi ki: “Ey cihanın zevalsiz padişahı! O ters anladı; ona hayal göründü. Ben ona hışımla ne vakit baktım? Onu yol uğrağında görünce şaşırdım.Çünkü Hak bana “Haydi bugün var onun canını Hindistan’da al” buyurdu.
Taacüple “yüz tane kanadı olsa Hindistan’a gitmesi yine uzak” dedim.

İşte sen dünya işlerini hep buna kıyas et, gözünü aç ta gör! Kimden kaçıyoruz, kendimizden mi? Ne olmayacak şey! Kimden kapıp kurtarıyoruz, Hak’tan mı? Ne boş zahmet.

Aslan dedi ki: “Doğru ama Peygamberlerin, müminlerin çalışmalarını da gör. Cefadan, kahırdan ne gördülerse mükafata nail oldular; Tanrı onların mücadelesini zayi etmedi.

Onların baş vurdukları çareler her hususta latif oldu. Çünkü zariften ne gelirse zariftir.Tuzakları felek kuşunu tuttu; noksanları tamamen sayıldı.

Ey ulu kişi! Nebilerin ve velilerin yolunda çalış. Kaza ve kaderle pençeleşmek mücadele sayılmaz. Çünkü bizi pençeleştiren, savaştıran da kaza ve kaderdir.

Bir kimsenin iman ve itaat yolunda yürüyüp de bir an bile ziyan etmişse kafirim!

Başın yarılmamış, şu başını bağlama. Birkaç gün çalış da ondan sonra gül!

Dünyayı arayan kimse olmayacak ve kötü bir şey aradı. Ukbayı arayansa kendine iyi bir hal aramış oldu.Dünya kazancı için çarelere baş vurmak soğuk bir şeydir. Dünyayı terk etmek için çarelere baş vurmak ise caizdir, emredilmiştir.Hile ve çare diye bir zindanı delip çıkmaya derler. Yoksa birisi zaten açılmış deliği kapatırsa yaptığı iş, soğuk ve ters bir iştir.Bu dünya zindanıdır, biz de zindandaki mahkumlarız. Zindanı del kendini kurtar!

Dünya nedir? Tanrı’dan gafil olmaktır. Kumaş, para, ölçüp tartarak ticaret yapmak ve kadın; dünya değildir. Din yolunda sarf etmek üzere kazandığı mala, Peygamber “ne güzel mal” demiştir.

Suyun gemi içinde olması geminin batmasıdır. Gemi altındaki su ise gemiye; geminin yürümesine yardımcıdır.

Mal, mülk sevgisini gönülden sürüp çıkardığındandır ki Süleyman, ancak yoksul adını takındı. Ağzı kapalı testi, içi hava ile dolu olduğundan derin ve uçsuz bucaksız su üstünde yüzüp gitti. İşte yoksulluk havası oldukça insan, dünya denizine batmaz, o denizin üstünde durur.

Bütün bu dünya, onun mülkü olsa bu mülk, gözünde hiçbir şey değildir.Şu halde kalbini Min Ledün ululuğunun havası ile doldur, ağzını da bağla mühürle!
Çalışma da haktır, deva da haktır, dert de hak. Münkir kimse çalışmayı inkar da ısrar eder durur.”

Aslan bu yolda bir çok delililer getirdi. O cebriler aslanın cevabına kandılar. Tilki, geyik, tavşan ve çakal cebre inanışı ve dedikoduyu bıraktılar. Bu biatte ziyana düşmemek için kükremiş aslanla ahitlerde bulundular...

Zahmetsizce her günün kısmeti gelecek, aslanın başka bir teşebbüse ihtiyacı kalmayacaktı.Kura kime isabet ederse günü gününe aslanın yanına sırtlan gibi koşar, teslim olurdu.

Bu kadeh dönerek tavşana gelince; tavşan haykırdı: “ Niceye dek bu zulüm?”

Hayvanlar dediler ki: “Bunca zamanlardır ahdimize biz vefa ederek can feda ettik. Ey inatçı, bizim kötü bir adla anılmamıza sebep olma, aslan da incinmesin. Yürü, yürü : çabuk, çabuk!”

Tavşan, “Dostlar, bana mühlet verin de hilemle sizde beladan kurtulun. Benim hilemle canımız kurtulsun, bu hile çocuklarımıza miras kalsın.

Her peygamber, dünyada ümmetini böyle bir kurtuluş yerine davet etti. Peygamberler, halk nazarında gözbebeği gibi küçük görünürlerdi ama felekten kurtuluş yolunu görmüşlerdi. Halk, peygamberleri; gözbebeği gibi küçük gördü, gözbebeğinin manen büyüklüğünü kimse anlayamadı.”

Hayvanlar ona: “Ey eşek, kulak ver! Kendini tavşan kadrince tut, haddini aşma! Bu ne laftır ki senden daha iyiler, dünyada onu hatırına bile getirmezler. Ya gururlandın, yahut da kaza, bizim izimizde. Yoksa bu laf, senin gibisine nereden yaraşacak? Dediler.

Tavşan, “Dostlar, Hak bana ilham etti. Hakikaten zayıf birisi, kuvvetli bir rey ve tedbire nail oldu. Hak’kın arıya öğrettiğini, aslan ve ejderha bilemez. Arı, terütaze balla dolu petekler yapar. Tanrı ona o ilimden kapı açtı.

Hak’kın ipekböceğine öğrettiğini hiçbir fil bilir mi?

Toprağa mensup insan Hak’tan ilim öğrendi ve o bilgi ile yedinci kat göğe kadar bütün alemi aydınlattı; Tanrı’ya şüphe eden kişinin körlüğüne rağmen meleklerin adını, sanını unutturdu; altı yüz bin yıllık o zahidin, o buzağının ağzını bağladı.

Bu suretle din bilgisi sütünü emmesine, o yüce ve sağlam köşkün etrafında dönüp dolaşmasına mani oldu.

Duygu ehlinin, yalnız zahire itibar edenlerin bilgileri, o yüce bilgiden süt emmeleri için ağız bağıdır.

Gönül katresine bir inci düştü ki o inci denizlere; feleklere bile verilmemiştir.

Ey surete tapan! Niceye dek süret kaygısı? Senin manasız canın süretten kurtulmadı gitti. Eğer insan, süretle insan olsaydı Ahmet’le Ebucehil müsavi olurdu.

Duvar üstüne yapılan insan resmide insana benzer. Bak, süret bakımından nesi eksik?

O parlak resmin yalnız canı noksan. Yürü o nadir bulunan cevheri ara;

Eshab-ı Kehf’in köpeğine el verilince, dünyadaki bütün aslanların başları alçaldı.

Canı, nur denizinde gark olduktan sonra ona, kötü ve çirkin süretin ne ziyanı var? Kalemler süreti övmezler. Kitaplara da adamın süretine ait vasıflar değil, “ alim, adalet sahibi “ gibi zatına ait vasıflar yazılır:

Bilgi ve adalet sahibi... Hep manadır, onları önde, artta... bir yerde bulamazsın; zata ait sıfatlar Lamekan elinden cana şule vermektedir; can güneşi, göklere sığamaz” dedi.

Bu sözün sonu yoktur. Kulak ver tavşan hikayesini anla! Eşek kulağını sat, başka bir kulak al ki bu sözü eşek kulağı anlayamaz!

Yürü, tavşanın tilki gibi kurnazlığına bak, onun düşüncesini ve aslanı mağlup edişini gör! Bilgi Süleyman mülkünün hatemidir; bütün alem cesettir, ilim candır.

Bu hüner yüzünden denizlerin, dağların, ovaların mahlukatı, insanoğluna karşı aciz kalmıştır. O yüzden kaplan, aslan; fare gibi korkmaktadır. O yüzden ovada, dağda bütün vahşi hayvanlar gizlenmişlerdir.

O yüzden periler, şeytanlar, kenarı boylamışlar, her biri gizli bir yerde mekan tutmuşlardır.

İnsanoğlunun gizli düşmanı çoktur. İhtiyata riayet eden kişi akıllıdır.

Bizden gizli; güzel, çirkin, nice mahlukat vardır ki onlar daima gönül kapısını çalıp dururlar.

Yıkanmak için dereye girince derenin dibindeki diken sana zarar verir; gerçi diken suyun dibinde gizlidir, fakat sana batınca mevcudiyetini anlarsın.

Vahiy ve vesveselerin ızdırapları, binlerce kişiden gelir, bir kişiden değil. Şüphe ediyorsan sabret, duyguların değişince onları görürsün, müşkül hallolur;

O vakit kimlerin sözlerini ret etmişsin, kimleri kendine ulu eylemişsin görürsün.

Ondan sonra dediler ki: “Ey çevik tavşan! Aklındakini meydana çıkar! Ey bir aslanla pençeleşen, kavgaya girişen, düşündüğün şeyi söyle!

Danışmak, insana anlayış ve akıl verir; akıllar da akıllara yardım eder.

Peygamber “Ey tedbir sahibi, danış ki kendisiyle danışılan kişi emindir” dedi.

Tavşan, “Her sır söylenemez, gah çift dersin, tek olur; gah tek dersin, çift çıkar!

Aynanın berraklığını, yüzüne karşı översen nefesinden ayna çabucak buğulanır, bulanır, bizi göstermez olur.

Şu üç şey hakkında dudağını kıpırdatma: Gittiğin yol, paran, bir de mezhebin.
Çünkü bu üçünün de düşmanı çoktur. Düşman bildi mi, sana pusu kurar. Bir iki kimseye söyledin mi, artık sırra veda et. İki kişiyi aşan bir başkasına da söylenen her sır, yayılır. İki üç kuşu birbirine bağlasan elem içinde yerde hapis kalırlar. Üstü örtülü güzel bir tarzda, kurtulmak için konuşur, danışırlar. Danışmaları, görenleri yanıltacak şekilde kinayelerledir.

Peygamber, kapalı bir tarzda meşveret ederdi. Eshap cevap verir, düşman haberdar olmazdı. Düşman, baştan ayağı bilmesin, bir şeyi sezmesin diye reyini kapalı misalle söylerdi. Bu misalle muradını anlatmış olurdu. Ağyar sorusundan bir koku bile duymaz, hiçbir şey anlamazdı” dedi.

Tavşan, aslana gitmede biraz gecikti, sonra pençesi kuvvetli aslanın yanına gitti. Aslan tavşan gecikti diye pençesi ile toprağı kazmakta, kükremekteydi:

“Ben, o alçakların ahdi hamdır, ham ahitleri kötüdür, sözlerinde durmazlar demiştim. Onların gürültüleri beni yaya bıraktı. Bu felek beni ne vakte kadar aldatacak, ne vakte kadar? Tedbirsiz emir adamakıllı aciz kalır. Çünkü ahmaklığından dolayı ne önünü görür, ne ardını!” dedi.

Yol düzgün ama altında tuzaklar var. Yazının tarzı hoş ama içinde mana kıt. Sözler, yazılar, tuzaklara benzer. Tatlı sözler bizim ömrümüzün kumudur.İçinde su kaynayan kum pek az bulunur; yürü, onu ara! Ey oğul ! O kum, Tanrı eridir. O er kendinden ayrılmış Hak’a ulaşmıştır.Ondan dinin tatlı suyu kaynayıp durmaktadır. İstekliler o sudan hayat bulurlar, gelişirler, yetişirler.

Tanrı erinden başkasını kuru kumsal bil ki o kumsal, her zaman senin ömür suyunu içer, mahveder.

Hakim olan erden hikmet iste ki onunla görücü, bilici olasın. Hikmet arayan hikmet kaynağı olur, tahsilden ve sebeplere teşebbüsten kurtulur.

Bilgileri hıfzeden levh, bir Levh-i Mahfuz olur; aklı ruhtan nasiplenir, feyz alır. Önce aklı hoca iken, sonra akıl ona şakirt olur.

Akıl; Cebrail gibi “Ey Ahmed, bir adım daha atarsam yanarım! Sen beni bırak, budan sonra sen ileri yürü. Ey can sultanı benim haddim bu karardır” der.

Tembellik yüzünden şükür ve sabırla kalan, ancak şunu bilir: Ayağını “cebir” tutmuştur. (Bana bunu Tanrı vermiş demektedir).Cebir iddia eden, hasta değilken kendisini hasta göstermiştir. Nihayette hastalık o kimseyi sıhhatten ayırmıştır.

Peygamber, “Şakacıktan hastalanış gerçekten hastalık getirir ve o adam nihayet mum gibi söner gider” dedi.

Cebir ne demektir? Kırık sarmak, yahut kopmuş damarı bağlamak. Madem ki bu yolda ayağını kırmadın; kiminle alay ediyorsun, ayağını niye sardın? Çalışma yolunda ayağı kırılana derhal Burak geldi ona bindi.

Din emirlerini yüklenmişti, şimdi kendi bindi... Ferman kabul ediciydi, makbul oldu.Şimdiye kadar Padişahın fermanını kabul eder, o fermana uyardı, bundan sonra askere ferman verir! Şimdiye kadar talih yıldızı ona tesir ederken bundan sonra o zat yıldızı üzerine emredici olur.

Eğer sen bundan şüphelenirsen o halde “Şakk-ı Kamer” den de şüphelisin.

Ey gizlice heva ve hevesini tazeleyen kimse! İmanını tazele ama yalnız dille olmasın.

Heva ve heves tazelenip durdukça iman taze değildir. Çünkü heva iman kapısının kilididir. Bakir sözü tevil etmişsin; sen kendini tevil et, Kur’anı değil. İsteğine göre Kur’anı tevil ediyorsun. Yüce mana, senin tevilinden aşağılandı, aykırı bir şekle girdi!!!

Senin ahvalin bir sineğe benzer ki o kendini bir adam sanırdı. İçmeden kendi kendine sarhoş olmuş, zerresini güneş görmüş.
Doğan kuşlarının övüldüğünü işitmiş; “ Şüphe yok ki ben vaktin Anka'sıyım” demişti.

O sinek eşek sidiği birikintisindeki saman çöpünün üstünde gemi kaptanı gibi baş kaldırıp. “ Ben, deniz ve gemi hikayesini okumuş, bir zaman bunu düşünmüştüm. İşte şu deniz, şu gemi, ben de ehliyetli, rey ve tedbir sahibi bir kaptanım” dedi.Deniz üstünde salınıp durmaktaydı. O kadarcık bir su ona haddinden fazla göründü.O sidik sineğe göre hudutsuzdu. Sinekte onu olduğu gibi görecek göz nerede? Onun alemi kendi görüşüne göre olur. Gözü bu kadardır, denizi de ona göre!

Batıl tevilci, sinek gibidir. Vehmi eşek sidiği, tevil ve tasavvuru saman çöpüdür.Eğer sinek kendi reyiyle sağlandığı tevilden geçse, baht o sineği hüma yapar. Bu ibret gözüne sahip olan sinek olmaz; ruhu, sürete layık olmayacak derecede yüksek bir zat olur.

Aslanla pençeleşen o tavşan gibi. Onun ruhu, nasıl olur da küçücük cüssesine layık olur?

Aslan hiddetle: “ Düşman aldatıcı sözlerle gözümü kapattı. Cebrilerin hileleri beni bağladı, tahta kılıçları vucudumu yordu. Bundan sonra ben artık o gürültüyü dinlemem. Onlar hep şeytanların, gulyabanilerin sesleri!

Ey gönül; durma, onları parçala, derilerini yüz. Zaten onlar deriden başka bir şey değildir! diyordu.

Deriden maksat nedir? Renk renk laflar... su üstündeki, durmalarına imkan olmayan menevişler gibi. Bu söz deri gibidir, mana onun içi; bu söz, ceset gibidir, mana, can.

Kötü iç’in ayıbını deri örter; iyi iç’i de gayret dolayısı ile Gayb alemi.

Kalemin rüzgardan, kağıdın sudan olursa ne yazarsan derhal yok olur.

Manasız söz su üstüne yazılan yazıdır. Ondan vefa umarsan iki elini ısırarak dönersin (pişman olur).

Rüzgar, insandaki heva ve arzudur. Heva ve hevesten geçersen Tanrı’nın haberi kalır, ondan haber alırsın. Tanrı’nın haberleri çok hoştu; çünkü baştan sona kadar ebedidir.

Peygamberlerin ululuğundan ve hutbelerinden gayrı padişahların hutbeleri, ululukları, adları, sanları değişir baki kalmaz.Çünkü padişahların kuvvetleri hevadandır. Peygamberlerin icazetnameleri ise ululuk sahibi Tanrı’dandır.Paralardan padişahların adlarını kazırlar; Ahmed’in adını ise kıyamete kadar hakkederler.
Ahmed’in adı, bütün peygamberlerin adıdır. Yüz elimizde olunca doksan da bizde demektir.

Tavşan aslana gitmede epeyce gecikti. Yapacağı hileyi kendisince kararlaştırdı. Bir hayli geciktikten sonra aslanın kulağına bir iki sır söylemek üzere yola düştü.

Akıl diyarında nice alimler vardır! Bu akıl denizi ne kadar engindir. Bizim şu şeklimiz bu tatlı denizde su üzerinde kaseler gibi yüzer. İçi dolu olmadıkça kap, suyun yüzündedir. Dolunca denize batar. Akıl gizlidir ortada bir alem görünüp durur. Bizim şeklimiz; o denizin dalgasından yahut ıslaklığından ibarettir.

Süret o denize ulaşmak için neyi vesile ederse etsin, deniz; süreti, o vesile yüzünden daha uzağa atar.

Gönül, kendisine sır vereni; ok, kendisini uzağa atanı görmedikçe. Atımı kaybettim sanır, bindiği atı inat ve hırçınlıkla yolda hızlı hızlı koşturur! O yiğit atını kaybolmuş sanır. At ise onu yel gibi koşturmuştur!

O sersem bağırır, arar, tarar kapı kapı dolaşır, her tarafı arar sorar:
“Atımı çalan nerede, kimdir?” Efendi, şu uyluğunun altındaki mahluk ne?
Evet, bu attır; fakat bu at nerede? Ey at arayan yiğit binici, kendine gel!

Can, apaçık olduğundan, pek yakın bulunduğundan görünmez. İnsan, içi su ile dolu, dışı kupkuru küp gibidir. Kırmızı, yeşil ve sarı... bu üç renkten önce ziyayı görmezsen bunları nasıl görürsün?

Fakat senin aklın renkler içinde kaybolduğundan dolayı o renkler senin nuru görmene perde olur. Gece olunca o renkler örtüldü, o vakit rengi görmenin nurdan olduğunu görüp anladın. Harici nur olmadıkça rengin görünmesi mümkün değildir. İçteki hayal rengi de böyledir. Dış renkleri güneş ve Süha yıldızının nuruyla görünür. İç renkleri ise yüce nurların aksiyle görünür.

Gözünün nurunun nuru da gönül nurudur. Göz nuru gönüllerin nurundan meydana gelir. Gönül nurunun nuru da, akıl ve duygu nurundan olmayan, onlardan ayrı bulunan Tanrı nurudur. Geceleyin nur yoktu, renkleri görmedin. Nurun zıddıyla sana sabit oldu ki, önce nur görünür, sonra renk. Bunu da nurun zıddıyla tereddütsüz olarak bilirsin.

Tanrı; bu zıddıyetle gönül hoşluğu meydana gelsin, her şey iyice anlaşılsın diye hastalığı ve kederi yarattı. Şu halde gizli olan şeyler, zıddıyetle ortaya çıkar. Hak’kın zıddı olmadığından gizlidir.

Evvela nura bakılır, sonra renge. Çünkü beyaz ve zenci, birbirine zıt olduğu için meydana çıkar. Sen nuru zıddıyla bildin. Zıt, zıddı meydana çıkarır gösterir. Varlık aleminde Hak nurunun zıddı yoktur ki açıkça görünebilsin.
Hulasa gözlerimiz onu idrak edemez; o, bizi görür, idrak eder. Sen bunu, Musa ile Tur kısasında gör!

Süretle manayı; aslanla orman, yahut ses ve sözle düşünce gibi bil. Bu söz, bu ses, düşünceden meydana geldi. Fakat düşünce denizi nerede? Onu bilemezsin. Ama latif bir söz dalgası görünce onun denizinin de kadri yüce bir deniz olacağını anlarsın.

Bilgiden düşünce dalgası zuhura gelince mana, söz ve sesten bir süret düzdü. Sözden bir şekil doğdu, yine öldü. Dalga kendini yine denize iletti.Süret süretsizlikten çıktı, yine süretsizliğe döndü. Zira biz yine Tanrı’ya döneceğiz.
Şu halde sen her göz açıp kapamada ölüyor, diriliyorsun. Mustafa “dünya bir andan ibarettir” buyurdu.

Bizim fikrimiz havada bir oktur. Havada nasıl durur? Tanrı’ya gelir. Her nefeste dünya yinelenir. Fakat biz, dünyayı öylece durur gördüğümüzden bu yenilenmeden haberdar değiliz. Ömür su gibi yeniden yeniye akıp gider. Fakat cesette bir daimilik gösterir.

Elinde hızlı hızlı oynattığın ucu ateşli bir sopa nasıl upuzun ve tek bir ateş hattı gibi görünürse de pek çabuk akıp geçtiğinden daimi bir şekilde görünür.

Ateşli çöpü sallasan ateş gözüne upuzun görünür. Bu ömür uzunluğu da Tanrı’nın tez tez halk etmesindendir. Tanrı’nın yeniden yeniye ve süratle halk etmesi ömrü öyle uzun ve daimi gösterir.

Bu sırrı bilmek isteyen, pek büyük ve derin bir alim olsa bile kendiliğinden bilemez, ona de ki: işte Hüsamettin buracıktadır. O ,yüce bir kitaptır. (ondan öğren)

Aslanın kızgınlığı arttı, titizlendi. Baktı ki tavşan uzaktan geliyor. Korkusuz ve çalımlı bir tavırla hiddetli, titiz, kızgın, suratı asık bir halde koşmakta, çünkü müteessir ve zebun bir halde gelişten suçluluk anlaşılır. Ama cesurluk her türlü şüpheyi giderir.

Aslanın hizasına yaklaşıp ilerleyince aslan bağırdı: “Bire adam evladı olmayan!

Ben ki filleri parça parça etmişim; ben ki erkek aslanların kulağını burmuşum; bir tavşan parçası kim oluyor ki böyle benim emrimi ayak altına atsın! Tavşan uykusunu ve gafletini bırak; ey eşek, bu aslanın kükreyişini dinle!”

Tavşan dedi ki: “Eğer efendimiz affederlerse aman dileyeceğim, mazeretim var.”

Aslan “Ey ahmaklardan arda kalan, bu ne biçim özür? Padişahlar huzuruna bu zaman mı gelinir? Sen vakitsiz öten horozsun, başını kesmeli. Ahmağın mazereti dinlenmez.

Ahmağın özrü kabahatinden beter olur. Cahilin özrü her ilmin zehridir.

Ey tavşan! Senin özründe bilgi yok. Ben tavşan değilim ki kulağıma sokasın” dedi.

Tavşan “Padişahım, adam olmayanı da adam sırasına koy; zulüm görenin mazeretine kulak ver! Hele mevkiinin sadakası olarak yolunu şaşıranı kendi yolundan sürme!

Bütün ırmaklara su veren deniz bile her çöpü başının üstünde taşır. Deniz bu kereminden dolayı eksilmez; ihsanı yüzünden aşağılanmaz” dedi.

Aslan dedi ki: “Ben yerinde ve layık olana kerem ve ihsanda bulunurum; herkesin elbisesini boyuna göre biçerim.”

Tavşan “Dinle, eğer lütfa layık değilsem kahır ejderhasının önüne baş koydum, ne yaparsan yap! Ben kuşluk vakti yola düştüm, arkadaşımla padişahıma geliyordum. Arkadaşlarım, senin için başka bir tavşanı da bana yoldaş etmişler.

Bir erkek aslan, kulunuzun kanına kastetti. Yolda, bu iki yoldaşa da sataştı. Ben ona “Biz padişahlar padişahının kuluyuz, o kapının iki küçük kapı yoldaşıyız” dedim.

Dedi ki: “Utan be! Padişahlar padişahı dediğin kim oluyor? Benim huzurumda öyle her adam olmayanın adını anma! Eğer huzurumdan iki adım ileri atarsan seni de, padişahını da paramparça ederim.”

“Beni bırak, bir kerecik daha padişahımın yüzünü görüp seni haber vereyim” dedim.

Dedi ki: “Yoldaşını huzurumda rehin bırak; yoksa sen benim kanunumca kurbansın.”

Ona çok yalvardık, hiç fayda etmedi. Yoldaşımı alıp beni yalnız bıraktı. Arkadaşım hem şişmanlık ve letafetçe, hem de güzelli ve irilik bakımından benim üç mislimdi.

Bundan böyle o aslan tarafından bu yol kapanmıştır, böyle bir düşman yüzünden,Padişahım, yol bağlıdır.
Bundan sonra tahsisattan ümidini kes. Ben doğru söylüyorum, doğru söz acıdır.

Sana tahsisat lazımsa yolu temizle. Haydi gel, o pervasızı oradan kaldır!” dedi.

Aslan dedi ki: “Bismillah, haydi gel bakalım, nerede o? Doğru söylüyorsan düş önüme! Onun da cezasını vereyim, onun gibi yüz tanesinin de. Fakat bu sözün yalansa seni cezalandırırım.”

Tavşan; onu, kurduğu dolaba düşürmek için kılavuz gibi öne düştü. Nişan koyduğu bir kuyuya doğru yola çıktılar. Aslana derin bir kuyuyu tuzak yapmıştı. Her ikisi de kuyunun bulunduğu yere yaklaştılar. İşte sana hilebaz, saman altından su yürüten bir tavşan!

Su bir saman çöpünü ovaya götürür ama bir dağı nasıl sürükler acaba? Onun hile tuzağı aslana kemenetti. Ne tuhaf tavşan ki bir aslanı avlıyor!

Bir Musa, Firavun’u askeriyle, başındaki kalabalıkla Nil nehrinde öldürür; Bir sivrisinek yarım kanadıyla pervasızca başın beynini yarar.

Düşman sözü dinleyenin hali budur. Hasetçinin dostu olanın uğradığı cezayı gör! Haman’ı dinleyen Firavun’un, Şeytan’ı dinleyen Nemrud’un hali budur.

Düşman her ne kadar dostça söylerse de, her ne kadar taneden, yemden bahsederse de sen onu tuzak bil! Sana şeker verirse sen bunu zehir bil, bir lütufta bulunursa onu kahır bil! Kaza gelince kabuktan başka bir şey göremez, düşmanları dostlardan ayıramazsın.

Böyle olunca yalvarmaya başla, ağlayıp inlemeye, tesbihe, oruca devam et!

“Rabbim, sen gaipleri bilirsin. Günahtan dolayı bizden intikam alma” diye yalvar, yakar!

“Ey aslanları yaratan! Eğer biz bir köpeklik etmişsek bu pusudan bizim üstümüze aslanı saldırma! Güzel suya ateş şeklini, ateşe de su letafetini verme!” diye niyaz et!

Yarabbi, sen kahır şarabıyla insanı sarhoş edersen yok olan şeylere varlık suretini verir, onları var gibi gösterirsin. Sarhoşluk nedir? Taşı gevher, yünü yeşim taşı görecek derecede gözün bağlanması, görmemesidir. Sarhoşluk nedir? Ilgın ağacı göze sandal ağacı görünecek kadar duyguların değişmesidir!

Süleyman’ın büyük divan çadırı kurulunca bütün kuşlar huzuruna geldiler. Onu kendi dilini anlar, sırrını bilir bir zat bulup huzuruna canla, başla bir bir koştular.

Bütün kuşlar, cik cik ötmeyi bırakmışlar; kardeşinin seninle konuşmasından daha fasih bir surette Süleyman’la konuşmaya başlamışlardı. Aynı dili konuşma, hısımlık ve bağlılıktır. İnsan yabancılarla kalırsa mahpusa benzer.

Nice Hintli, nice Türk vardır ki dildeştirler. Nice iki Türk de vardır kibirbirlerine yabancı gibidirler. Şu halde mahremlik dili, bambaşka bir dildir. Gönül birliği dil birliğinden daha iyidir. Gönülden sözsüz, işaretsiz, yazısız yüz binlerce tercüman zuhur eder. Kuşların hepsi, bütün sırlarını, hünerlerine, bilgi ve işaretlerine ait şeyleri.

Süleyman’a birer birer apaçık söylüyorlar, kendilerini bildirmek ve tanıtmak için öğünüyorlardı. Bu öğünmek kibirden, varlıktan dolayı değildi. Her kuş, onun huzuruna varsın, yakınlarından olsun diye öğünüyordu.

Bir kul, bir efendiye kul olmak dilerse hünerinden bir miktarını ona arz eder. Fakat o efendi tarafından satın alınmayı istemezse kendisini hasta, sağır, çolak ve topal gösterir. Hüthüdün hünerini arz etme sırası geldi; sanatını ve düşüncelerini bildirme nöbeti erişti.

Dedi ki; “Ey Padişah, en küçük bir hünerimi kısaca arz edeyim. Kısa söylemek daha iyidir.”

Süleyman “Söyle bakalım, o hangi hünerdir?” dedi. Hüthüt, “Gayet yükseklerde uçtuğum zaman, havadan bakınca yerin ta dibindeki suyu görürüm. O su nerededir, derinliği ne kadardır, rengi nedir, topraktan mı kaynıyor, taştan mı? Hepsini görür, bilirim.

Ey Süleyman! Ordu kurulacak yeri tayin etmek üzere beni sefere beraber götür” dedi. Süleyman da “Ey iyi yoldaş! Susuz ve uçsuz bucaksız çöllerde sen bize arkadaş ol; bu suretle su bulur, seferde yoldaşlara saka olursun” dedi.

Karga, bunu işitince hasedinden ilerleyip Süleyman’a “Hüthüt aykırı ve kötü söyledi. Padişah huzurunda söz söylemek, edebe aykırıdır. Hele yalan ve olmayacak söz olursa. Eğer onun böyle bir görüşü olsaydı bir avuç toprak altındaki tuzağı nasıl görmezdi? Nasıl olur da tuzağa tutulurdu, nasıl olur da ümitsiz bir halde kafese girerdi?” dedi.

Bunun üzerine Süleyman dedi ki: “Ey Hüthüt! Daha ilk kadehte böyle bulunman layık mı, akla sığar mı? Ayran içen! Kendini nasıl oluyor da sarhoş gösteriyor, huzurumda sonu yalan çıkacak bir söz söylüyorsun?”

Hüthüt dedi ki: “ Padişahım, Allah aşkına bu çıplak yoksul hakkında düaAşmanın söylediği sözü dinleme! Eğer ettiğim dava yalansa işte başımı koydum, boynumu vur! Kaza hükmünü inkar eden karga, binlerce aklı olsa yine kafirdir. Sende “kafirler” sözünden “ “ harfi, küfür sıfatlarından bir sıfat bulunsa kadının ferci gibi şehvet yerisin, pis pis kokarsın .

Eğer kaza gözümü ve aklımı kapatmazsa ben tuzağı havada da görürüm. Fakat kaza gelince bilgi, uykuya dalar, ay kararır gün tutulur. Kazanın bu çeşit hilesi nadir midir ki? Kaza ve kaderi inkar edenin inkarı bile bil ki kaza ve kaderdendir”.

“Allemelesma” ya bey olan, her damarında yüz binlerce ilim bulunan insanlar atası, her şeyin adını, nasılsa öylece bilmiş sonunda ne olacaksa sonuna kadar da agah olmuştu. O, eşyaya ne lakap verdiyse değişmemiştir; çevik dediği tembel çıkmıştır.

Sonunda mümin olacak kimseyi önceden gördü; sonunda kafir olacak adamda ona belli oldu.

Her şeyin adını bilenden işit; “Allemelesma” remzinin sırrını duy! Bize göre her şeyin adı, görünüşe tabidir; nasıl görünüyorsa biz, ona öyle deriz. Fakat Tanrı’ya göre iç yüzüne hakikatine tabidir.

Musa’ya göre sopasının adı asa; Yaratan yanında ise ejderha idi. Bu alemde Ömer’in adı puta tapan idi, halbuki “Elest” te onun ismi mümindi.

Bizim yanımızda adı meni olan şey, Hak yanında şu benlikle zahir olan süretti. Bu meni yokluk aleminde vardı; eksiksiz, artısız aynen Tanrı’nın ilminde mevcuttu.

Hasılı Tanrı indinde sonumuz ne olacaksa hakikatte adımız o olmuştur. Tanrı insana akıbetine göre bir ad koyar. Halkın taktığı ödünç ada göre değil!

Adem’in gözü Tanrı’nın pak nuru ile gördüğünden adların hakikati ve iç yüzü ona ayan olur. Melekler onda Hak nurunu görünce hepsi ona yüzüstü secdeye vardılar.

Adını andığım şu Adem’i kıyamete kadar övsem, vasıflarını saysam yine övmekten acizim! Adem bunların hepsini bildi. Fakat kaza gelince nehyi bilme yüzünden hataya düştü. Acaba bu nehiy, haram olduğundan mıdır, yoksa korkutmak için mi?

Gönlünce tevili üstün tutunca kendisi hayrette iken tabiatı, buğdaya doğru koştu. Bahçıvanın ayağına diken batınca hırsız fırsat buldu, esvabını çalıp kaçtı.

Adem hayretten kurtulup tekrar yola gelince gördü ki hırsız eşyayı iş yerinden götürmüş! “Rabbena İnna zalemna” deyip ah etmeye başladı. Yani “karanlık bastı yol kayboldu” dedi.

Bu kaza, güneşi örten bir buluttur. Aslan ve ejderha bile ondan feryat ve figan etmektedir. “Kaza ve kader zuhur edince bir tuzağı bile görmüyorsam bu yolda cahil olan yalnız ben değilim ya!”

Zorlamayı bırakıp feryad ü figana koyulan kişi ne kutlu kişidir; o, iyi bir işe sarılmıştır. Eğer kaza, seni gece gibi sararsa sonunda yine elinden tutacak odur. Yüz kere canına kastederse yine sana can veren, derdine derman olan kazadır. Bu kaza yüz kere yolunu kesse de yine senin çadırını göklerin üstüne kurar. Seni eminlik mülküne götürmek için bu korkutmasını inayet bil!

Bu sözün sonu gelmez, söz de uzadı. Sen tavşanla aslan hikayesini dinle.

Kuyu yanına gelince aslan, tavşanın geri kaldığını gördü. Dedi ki: “Niçin ayağını geri çektin. Ayağını geri çekme ileri gel!”

Tavşan “Ayağım nerede? Elim ayağım kesildi. Canım tir tir titriyor,yüreğim yerinden oynadı. Yüzümün rengini görmüyor musun? Altın sarısı gibi. Rengim, ne halde olduğumu bildiriyor.

Tanrı yüze “bildirici” demiştir. Onun için ariflerin gözü, yüze dalmış kalmıştır. Renk ve koku, can gibi haber verir; atın kişnemesi atın mevcudiyetini bildirir.

Eşeğin sesini kapının sesinden fark edesin diye her şeyin sesi, o şeyi haber verir. Peygamber insanları ayırt etmek hususunda “insan sözünde gizlidir” dedi.

Yüzün renginde gönül halinden bir nişan vardır. Bana acı sevgimi kalbinde tut! Kırmızı yüz sahibinin, refah ve saadetine delalet eder, sarı yüz, meşakkat ve bela içinde olduğunu bildirir.

Elimi, ayağımı alana, yüzümün rengini uçurana, kuvvetimi giderene, çehremi bozana uğradım. Önüne geleni kırana, ağaçları kökünden, dibinden söküp çıkarana sataştım. Adamları, hayvanları, cemadat ve nebadatı mat edene rastladım.

Bunlar cüziyattır, küllüyatın da onun yüzünden renkleri sararmış, kokuları bozulmuştur. Cihan; gah sabredip gah şükrettikçe bağlar, bahçeler gah giyinir, gah çırılçıplak kalır. Güneş ateş renginde doğmuşken diğer bir saatte baş aşağı batar; göklerde parıldayan yıldızlar; zaman zaman ihtirake uğrarlar. Güzellikte yıldızlardan daha parlak olan ay da ince ağrıya tutulup hilal olur. Çok sakin ve edepli olan bir yeri de sarsıntı sıtmaya düşürür.

Nice dağlar, bu ansızın gelen felaketten dolayı yeryüzüne kumlar gibi dağılıvermiştir! Ruhla eş olan hava bile kaza baş gösterince veba kesilir, ufunetlenir:
Ruhun kız kardeşi olan latif su, bir gölcükte sarı, acı ve bulanık bir hale gelir; azametli ve kibirli ateşi bile bir yel söndürüverir!

Denizin halini de ıstırabından, coşkunluğundan anla, akılının değişik durduğunu, kalıptan kalıba girdiğini bil! Tanrı rızasını arayıp duran başı dönmüş feleğin hali de oğullarının hali gibidir:

Gah en altta, gah ortada, gah en tepede. Onda da bölük bölük kutlu ve yomsuz zamanlar var! Ey külliyat ile karışmış olan, ey insan! Basit cisimlerin halini de kendinden kıyas et! Külliyatın böyle hastalıkları, böyle dertleri olunca onların cüzilerinin yüzü nasıl sararmaz?
Hele birbirine zıt olan şeylerden; su, toprak, ateş ve yelden meydana gelmiş cüzü...

Koyunun kurttan kaçmasına şaşılmaz; şaşılacak şey bu koyunun kurda gönül vermesidir! Sağlık zıtların sulhüdür; aralarında savaşın başlamasını da ölüm bil!

Tanrı’nın lütfu, bu aslanla yaban eşeğine, bu iki zıtta, vefakarlık hususunda bir ülfet vermiştir. Dünya hasta ve mahpus olunca, hastanın fani olmasına şaşılır mı?”

Tavşan aslana bu çeşit nasihatler verip “Ben bu sebepler yüzünden geriledim” dedi.

Aslan dedi ki: “Sen bu sebepleri bırak ta şu geriye çekilmenin sebebini söyle, benim maksadın o.”

Tavşan, O “aslan bu kuyunun içinde oturuyor; bu kalenin içinde bütün afetlerden emin” dedi.

Aklı olan kimse oturmak için kuyu dibini seçmiştir. Çünkü gönül, sefaları halvetler.

Kuyunun karanlığı, halkın verdiği karanlıklardan daha iyidir. Halkın ayağını tutan, halkla karışıp görüşen; başını kurtaramamış, selamete erişememiştir.

Aslan “İleri yürü. Benim açacağım yara, onu kahreder, bir bak , o aslan orada mı?” dedi.

Tavşan “Ben o ateşten bir kere yanmışım. Sen beni kucağına alırsan, ey kerem madeni, ancak o vakit yardımınla gözümü açar, kuyuya bakabilirim” dedi.

Aslan onu kucağına aldı. O da aslanın himayesinde kuyuya kadar vardı. Kuyunun içine, suya bakınca aslanın ve onun aksi parıldadı. Aslan su içinde parıldayan aksiiini gördü. Suda bir aslan şekliyle kucağında şişman bir tavşan şekli gördü. Su içinde düşmanını görünce tavşanı bırakıp kuyu içine sıçradı.Kendi kazdığı kuyuya kendi düştü. Çünkü yaptığı zulüm kendi başına geldi.

Zalimlerin zulmü karanlık bir kuyudur; bütün alimler böyle dediler:

Daha ziyade zalim olanın kuyusu, daha korkunçtur. Adalet “daha kötüye daha kötü ceza verilir” buyurmuştur. Ey zulümle bir kuyu kazan! Sen kendin için tuzak hazırlıyorsun. İpek böceği giiibi kendi etrafını örme; kendine kuyu kazarsan bari kararlıca kaz! Zayıfları sen yardımcısız, kimsesiz sanma; Kur’andan “İza cae nasrullah”ı oku.

Sen filsen, düşmanın senden ürkmüşse sana ceza olarak işte ebabil kuşu gelip çattı.

Yerde bir zayıf aman dilerse, gökyüzü askerleri birbirlerine karışırlar. Sen birisini dişinle ısırıp da kan içinde bırakırsan diş ağrısına tutulunca ne yaparsın?

Aslan, kuyuda kendisini görünce hiddetinden o anda kendini düşmanından ayırt edemedi. Kendi aksini kendi düşmanı sandı,
hulasa kendine kılıç çekti.

Ey Adam! İnsanlarda gördüğün bir çok zulümler, senin huyundur; sen kendi huyunu onlarda görüyorsun.

Senin varlığın, nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir. Sen o sun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lanet ipliğini kendine kendin dokuyorsun!

O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen kendine kendin candan düşman olurdun. Ey ahmak kendine saldıran o aslan gibi sen de kendine saldırıyorsun. Ahlakının künhüne erişir, hakikatini anlarsan o adam olmamazlığın senden olduğunu bilirsin. Aslan; başka bir aslan gibi görünen şeklin, kendi aksinden ,ibaret olduğu kuyu dibinde zahir oldu. Bir zayıfın dişini söken, o ters gören aslanın işini işlemektedir.

Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi beninin aksidir, ondan nefret etme! “Müminler birbirinin aynasıdır”. Bu haberi Peygamberden rivayet etmediler mi?

Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten alem sana gök görünüyor. Kör değilsen bu körlüğü kendinden bil. Kendine kötü de başkasına deme!

Eğer mümin Tanrı nur ile bakmamış olsaydı; gaip mümine bütün çıplaklığı ile nasıl görünürdü? Fakat sen Tanrı nuru ile değil Tanrı ateşi ile baktığından kötülükte kaldın iyilikten gafil oldun.

İyiliği kötülükten ayırt edemedin, kötülükten de gafil oldun; iyilikten de. Ey gama kedere dalmış adam! Azar azar ateşe nur serp ki ateşin nura dönsün.

Ya Rabbi, sen de o tertemiz suyu serp de alemin şu ateşi tamamıyla nur olsun.

Denizin suyu hep ferman altındadır; ya Rabbi su da senindir, ateş de.
Sen istersen ateş, latif su olur; dilemezsen su bile ateş kesilir. Bizim şu niyazımızı da yine sen ilham etmektesin. Zulümden kurtulmamız, senin ihsanındır. Sen bize bu isteği, biz istemeksizin verdin, hadsiz, hesapsız ihsanlar da bulundun.

Tavşan kurtulduğuna sevinerek ovaya, av hayvanlarına koştu. Aslanın kuyuda öldüğünü görünce çayıra doğru güle oynıya gitmekte idi. Ölümün pençesinden kurtulduğundan ayağı yerden kesilmiş, sevinmiş; el çırpmakta, dallar, yapraklar gibi yeşermiş neşelenmiş, oynamaktaydı.

Dallar, yapraklar toprak hapsinden kurtulunca başlarını yükseltir, rüzgarın eşi arkadaşı olurlar. Yapraklar, daldaki tomurcukları yarıp çıkınca ağacın ta üstüne çıkarlar.

Her meyve ve her yaprak, tomurcuğunun diliyle Tanrı’nın şükrünü terennüm eder. Bizim aslımızı ihsan sahibi Tanrı yetiştirdi, nihayet ağaç kalınlaştı, doğrulup yükseldi de. Su çamur içinde olan canlar da bataklıklardan, su ve çamurdan kurtulunca gönülleri sevinç dolu bir halde.

Tanrı aşkının havasında raks ederler; ayın on dördü gibi noksansız ve tam bir hale gelirler. Tenleri oynayıp durur, ya canları ne haldedir? Sorma! Tamamı ile can olanlara gelince; onları hiç sorma (anlatmaya imkan yok!)

Tavşan aslanı zindana soktu, aslan için ne ayıp şey; bir tavşancıktan geri kaldı! Böyle bir ayıba sahip olduğu halde şaşılacak şey şurasıdır ki bir de kendisine Fahrettin lakabını takmalarını ister!

Ey kişi! Sen bu dünya kuyusunun dibinde mahpus kalan bir aslansın. Tavşan gibi olan nefsin seni nasıl kahretti? Senin tavşan nefsin sahrada yiyip içmekte, zevk ve sefa etmekte. Sen ise şu dedikodu, bahis ve münakaşa kuyusunun dibindesin!

O aslan avcısı tavşan, av hayvanlarının bulunduğu yere koşup “birbirinizi muştulayın. Size müjdeci geldi. Müjde ey zevki sefaya dalmış olanlar! Müjde ki o cehennem köpeği, geldiği cehenneme gitti.

Müjde! Tanrı, o can düşmanının dişlerini söktü. Pençesiyle nice başlar ezen düşmanı, ölüm süpürgesi çerçöp gibi süpürdü gitti” dedi.
O zaman bütün hayvanlar, sevinçli bir halde gülüp oynayarak, onun yüzünü öptüler. Etrafına halka oldular. O çırağ gibi ortalarındaydı. Bütün sahradakiler ona secde ettiler.

“Sen gökten inen bir melek misin, yoksa peri misin? Hayır ne meleksin ne peri! Sen, erkek aslanların azrailisin! Ne olursan ol; canımız sana kurban olsun! Ona galip geldin, elin kolun sağ olsun!
Tanrı bu suyu senin arkından akıttı; eline koluna aferin. Bir daha söyle! Onu hile ile nasıl inandırdın; o zalimi düzenle nasıl kahrettin?
Bir daha söyle ki hikayen dertlere derman, canlara merhem olsun! Bir daha söyle ki o sitemkarın zulmünden canlarımızda yüz binlerce yaralar var” dediler.

Tavşan dedi ki: “Ey ulular! Tanrı yardım etti, yoksa dünyada bir tavşan kim oluyor ki? Koluma kuvvet, kalbime kudret verdi, cenneti, huriyi kucağıma attı.

Üstünlükler Hak’tan gelir, hallerin değişmesi de ondandır. Hak; bu kuvvet kudreti zan ve yakin ehline nöbetleşe göstermektedir.

Ey ikbal nöbetine erişen! Kendine gel, sevinme! Sen nöbetle mukayyetsin, hürlük taslama! Saltanatı nöbetten üstün olan, ikbali ebedi bulunan nöbet davulunu yedi yıldızdan üstün bir yerde çalarlar.

Nöbetten üstün olanlar, baki padişahlardır; onlar daima ruhlara sakidir. Bir iki gün su içmeyi terk edersen ağzını ebediyet şarabına daldırır, o hakikat şarabını içersin.Kaynak:Mesnevi Cilt:1