26 Ağustos 2011 Cuma

Bu gece 1000 aydan daha hayırlı "Kadir Gecesi"

Rahmet, mağfiret ve arınma iklimi Ramazan-ı şerifin son günlerine yaklaşırken, önümüzdeki 26 Ağustos Cuma gününü Cumartesiye bağlayan gece, her yıl kadrimizi yüceltmek üzere gelen mübarek Kadir gecesine kavuşmanın sevinç ve mutluluğunu yaşayacağız.

Taşıdığı sayısız ilim ve hikmetleriyle kudsiyyetini bizzat Kur’an-ı Kerim’den alan bu gece, bütün Müslümanlar için her zaman derin bir ilgi ve saygıya mazhar olmuştur. Kur’an-ı Azimüşşan’ın leyle-i kadir’le birlikte kendi semâmıza inmeye başlaması, hiç kuşkusuz, sadece biz Müslümanlar için değil aynı zamanda tüm insanlık için de yüksek bir şeref ve iftihar vesilesi olmuştur. Çünkü Kur’an’ın rahmet mesajları tüm insanlığı kuşatmak üzere gönderilmiş, bütün insanları karanlıklardan aydınlıklara çıkarmayı ve onlara Hakk’ı batıldan ayırabilmek için sunduğu şaşmaz ve eskimez ölçüleriyle yön göstermeyi hedeflemiştir.

Kadir suresinde ifade edildiği gibi Kadir gecesini bin aydan daha hayırlı kılan şey, şüphesiz, Kur’an’ın ilk nüzulüne şahit olmuş bir zaman dilimi olmasındandır. Binaenaleyh Kur’an’ın kadrini, kıymetini bildiğimiz oranda Kadir gecesini ihya etmiş oluruz. Kur’an’ın hak, hakikat, ahlâk, adalet ilkelerine sarıldığımız ölçüde bin aylık manevi gelişmeler yaşayabiliriz. Kur’an’ın barış ve esenlik mesajlarına değer verdiğimiz nispette Allah’ın meleklerinin, yeryüzüne barış ve esenlik getirmek üzere ineceklerini bilebiliriz.

Kadir gecesini idrak etmekten maksat, o gün yeryüzüne inen meleklere ve Cebrail aleyhisselâma eşlik edecek bir maneviyata uygun bir kulluğa sahip olmaktır. Bir hüküm ve karar gecesi olarak bilinen bu gecede her birimize düşen, İslâm’ın hemen her konuda belirleyici temel kriteri olan takvaya yönelmek, Allah’a yakın olmayı başka her bir şeye yakın olmaktan daha aziz ve üstün tutmaktır. Dünyada olup bitenlere karşı duyarsızlık, Kur’an’ı hayatın hiçbir evresinde hatırlatmayan bir dünya talebi ve ilahî hikmete pek az rağbet eden bir duyarlılıkla bu gecenin ihya edilemeyeceği açıktır. Eşref-i mahlûkat sıfatıyla Cenâb-ı Hakk’ın emanetini müdrik olan bir kulluk, her şeyden önce bu geceyi bir af ve mağfiret şölenine dönüştürerek kendini yenileme durumunda mümkündür. Bu şölen başta Afrika kıtasında yaşayan kardeşlerimiz olmak üzere açların, yoksulların, mağdurların, mahrumların, topyekûn zayıf bırakılmışların haklarına dikkat kesilmeyi, buna karşılık yapıp ettiklerinden, arayıp bulduklarından dolayı şımaran, azgınlaşan, kendini mutlaklaştıran her düşünceye karşı da bir tavır almayı zorunlu kılmaktadır.

Kadir gecesini ihya, başta büyük zorluk ve sıkıntılar yaşayan Müslüman kardeşlerimiz olmak üzere zaman ve mekân sınırlaması gözetmeksizin bütün kardeşlerimize yakın durmayı, onların dertleriyle dertlenmeyi, acılarına ortak olmayı, din ve dünya tasavvurumuzu altüst eden her tür marazi tutum ve düşünceye karşı bünyemizi yenilemeyi, hayırda yarışırken şerden mütemadiyen uzak durmayı gerektirmektedir.

Bu geceyi, Yüce Allah’a kendi iç dünyamızı açabileceğimiz, günahlarımızdan af ve mağfiret dileyeceğimiz, yapıp ettiklerimizin muhasebesini yapabileceğimiz bir lütf-i ilahî olarak değerlendirelim. Aynı şekilde Kadir gecesinin değer ve kıymetini gereken âdâb ve erkân içinde takdir ederken, bu gecenin, kendimizi yeniden inşa etme yolunda bir itiraf, yüzleşme ve hesaplaşma fırsatı sunduğunu da layıkıyla idrak edelim.

"Kadir Gecesi'ni kutlamak, Kur'an'ın hak, hakikat, ahlak, adalet ilkelerine, barış ve esenlik mesajlarına sahip çıkmaktan, dünyada olup bitenlere duyarlı davranmaktan geçer."

Bu duygu ve düşünceler içinde bütün İslam âleminin mübarek Kadir gecelerini en içten dileklerimle kutlar, bu gecenin hayır ve bereketiyle hepimizi feyizlendirmesini Cenâb-ı Mevlâ’dan niyaz ederim.KAYNAK

1 Ağustos 2011 Pazartesi

Ramazan-ı Şerif başladi.İlk iftar bugün açılacak!

Ramazan başladı, ilk oruç bugün İstanbul’da 20:30, Ankara’da 20:12, İzmir’de ise 20:32’de açılacak. Diyanet Başkanı uyardı: Akşam ezanını vaktinde okuyun...

İslam aleminin kutsal ayı, 11 ayın sultanı Ramazan, dün akşam kılınacak ilk teravih namazıyla başladı. Ramazan ayının başladığı bugün ilk iftar Ankara’da 20.12’de, İstanbul’da 20.30’da, İzmir’de 20.32’de açılacak. Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, Ramazan dolayısıyla il müftülüklerine gönderdiği genelgeyle Ramazan ayında teravih namazlarının Tadil-i Erkana uyularak kıldırılmasını istedi. Yaz aylarına denk gelen Ramazan ayı için özel düzenlemelere de yer verilen genelgede, tatil kentleri dikkate alınarak ihtiyaç olan camilerde teravih namazının 2 rekatta bir selam verilerek kıldırılması konusunda uyarılar yer aldı. Ramazan aylarında zaman zaman çeşitli illerde yanlış zamanda ezan okunduğu yönündeki haberlerin önüne geçmek için genelgede, din görevlileri akşam vakitlerinde de mutlaka ezanın iftar vaktinde okumaları konusunda uyarıldı.

Genelgede, müftü, vaiz ve din görevlilerinin Ramazan ayı boyunca hastane, hapishane, çocuk ıslahevi ve çocuk yuvası gibi yerleri ziyaret etmeleri istendi. Genelgede, ihtiyaç sahibi, öksüz, yetim, hasta, yaşlı, fakir ve engellilerle ilgilenecek, maddi durumu iyi olan vatandaşların gösterişli iftar davetleri vermek yerine, halkla bütünleşmeyi sağlayan, ihtiyaç sahiplerinin iştirak ettiği iftarlara yönelmeleri yönünde öncülük yapılması tavsiyesinde bulunuldu.

En erken iftar Hakkari’de...

Kur’an-ı Kerim’in indirilmeye başlandığı ay olduğu için en kutsal ay olarak kabul edilen Ramazanda orucu en erken Hakkarililer, en geç de Çanakkaleliler açacak. Buna göre iftar Hakkari’de 19.23’de Çanakkale’de 20.39’da yapılacak. Ramazan ayının ilk günü imsak vakti Ankara’da 03.56’da, İstanbul’da 04.06’da, İzmir’de 04.26’da girecek. İftar ise Ankara’da 20.12’de, İstanbul’da 20.30’da, İzmir’de 20.32’de olacak. İlk gün Ankaralılar 16 saat 16 dakika, İstanbullular 16 saat 24 dakika, İzmirliler ise 16 saat 6 dakika oruç tutacak.

Kadir gecesi 26 Ağustos’a denk gelen Ramazan ayında 29 Ağustos Pazartesi son oruç tutulacak. 30 Ağustos Salı günü ise üç günlük Ramazan Bayramı başlayacak.

Uzmanlar, Ramazan ayında, oruç tutanların beslenme şeklinin değişmesi ve öğün sayısının azalmasına bağlı kilo artışı sorunu yaşamamaları için günlük aktivite miktarının iftardan sonra artırılmasını öneriyor. Halsizlik nedeniyle gün içinde hareketten kaçınılmasının yağlanmayı artırabileceğini belirten uzmanlar, Ramazan’ın kilo almadan bitirilebilmesi için mutlaka iftardan 1-1,5 saat sonra 45-60 dakikalık tempolu yürüyüş yapılmasına dikkat çekiyor.

Medicana International Ankara Hastanesi’nden diyetisyen Müge Özturna, Ramazan’-da uygun beslenme programının yapılması gerektiğini belirterek, “Oruç tutanlar 16 saat aç kalıyor. Bu açlık süresinde kan şekeri düşer. Sahura da kalkılmadığında kan şekerinin düşüşü günün erken saatlerinde başlar ve daha düşük değerlere ulaşır. Bu nedenle az ve sık beslenme ilkesi kan şekerini dengelemek için mutlaka uygulanmalı. Öğünler, sahur, hafif iftar, akşam yemeği ve ara öğün olarak düzenlenmeli”dedi.

“Sahurda, kıymalı sebze yemekleri veya tahıl çorbaları, kepekli ekmek, az tuzlu peynir, meyve ve bol su içilmeli” diyen Özturna, çok tuzlu ve baharatlı yiyeceklerden de kaçınılmasını istedi. İftarın ise çorba ile açılması ve bir süre ara verdikten sonra yemeğe geçilmesini öneren Müge Özturna, “İftara su, çorba, peynir, zeytin, hurma veya kuru kayısı ile hafif başlamalı. Tatlılar da hamurlu ve kızartma değil daha çok sütlü olmalı ve iki saat sonra yenmeli. Örneğin güllaç çok uygun” dedi.KAYNAK

27 Şubat 2011 Pazar

Tecdit mi, teceddüt mü?

Her gün dünya yeniden kurulmakta ve hayat yeni bir yana doğru akmaktadır. Kur’an’daki: “O her an yeni bir iştedir.” (Rahmân, 29) ayeti bu gerçeği ifade etmektedir. Bu yüzden değişim ve yenilenme hayatın kaçınılmaz bir ögesidir. Nitekim Hz. Mevlana bunu şöyle seslendirir: “Her gün bir yere konup geçmek, akarsu gibi bulanmamak, donmaktan kurtulmak ne hoştur. Dün de geçti, düne ait söz de dün gibi gelip geçti. Bugün yeni bir söz söylemek gerek.” (A. Gölpınarlı, Seçme Rubâiler, İstanbul 1945, rubai nr. CLXXVII; A. Gölpınarlı, Mevlânâ Celâleddin, İstanbul 1985, s. 177.) Bu ifadelerin manzum anlatımı şöyledir:

Dünle beraber gitti cancağızım,

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım,

Ne kadar söz varsa düne ait

Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.

Yunus bu gerçeği şöyle anlatır:

Biz sevdik âşık olduk, sevildik mâşûk olduk

Her dem yeni dirlikte bizden kim usanası. (Yunus Emre, Dîvan, İstanbul 1981, s. 417.)

Kaçınılmaz olan bu yenilik ve değişimin birtakım esaslar çerçevesinde olması dinî geleneğimizin öngördüğü hususlardandır. Bizim dinî an’anemizde yenilenmeyi ifade eden iki kavram vardır: Tecdit ve teceddüt. Bunlar da genellikle birbiriyle karıştırılır. Teceddüt, dinî yeniliklere uydurmaya çalışmak demektir. Milleti maddi bakımdan geri kalmış gören ve bu durumun düzeltilmesi için İslam ile mevcut yapılardan yeni bir karışım ortaya çıkarmaya çalışan, ümmeti, adından başka İslami bir rengi kalmayacak şekilde farklı sistemlerin boyasına boyayan kişilerin yaptığı işe teceddüt, bunu yapanlara da müteceddit denilir.

Tecdit ise, ne mevcut yapı ile anlaşmak için yol ve çare aramak, ne de İslam ile mevcut yapıdan meydana gelen karışımdır. Gerçek tecdit, İslam’ı, ona sonradan bulaştırılmış unsurlardan temizlemek, onu mümkün olduğu kadar saf ve berrak hâliyle hayata geçirmektir.

İslam’ın en son ilahî din olması hasebiyle en önemli özelliği bütün çağları kuşatan tavrı ile kıyamete kadar insanlığın problemlerine çözüm üretebilecek değişime açık vasfıdır. İslam’ın Kur’an ve sünnet olmak üzere iki temel kaynağı vardır. Kur’an ve sünnette yer almayan konular, içtihat ve kıyasa açık alanlardır. Mecelle’de yer alan: “Mevrid-i nassta ictihada mesağ yoktur” kaidesi bunu ifade etmektedir. Hakkında Kur’an ayeti veya nebevi bir sünnet bulunan konular, ancak anlama ve yorumlama açısından içtihada konu olabilir.

İslam uleması, tarih boyunca meseleleri bu anlayışla çözmeye çalışmış ve bu tür ihtiyaçlara cevap verecek eserler kaleme almıştır. Mezheplerin oluşup, dinî ve fıkhi eserlerin belli bir sayıya ulaşmasından sonra, içtihat kapısının kapanıp kapanmadığı tartışmaları gündeme gelmeye başlamıştır. Gerçekten içtihat kapısı kapanmış mıdır? Böyle bir düşünce, İslam’ın temel yaklaşımına terstir. Elbette içtihat kapısı kapanmamıştır. Ancak geçen yüzyıllarda Müslümanlar, içtihat kapısını açık tutacak seviyeli alimler yetiştiremediklerinden böyle bir düşünce gündeme gelmiş ve bazıları içtihat kapısının kapandığına kail olmuştur.

Aslında bu konuda ifrat ve tefrit sayılabilecek iki görüş vardır:

1- Ortaya çıkacak her türlü problemin çözümünü eskilerin eserlerinde aramayı savunan ve yeni bir içtihadın caiz olmadığına kail olan statik düşünce sahipleri. Bunlar: “Geçmiş alimlerimiz her problemi çözmüşler, bize hiçbir şey bırakmamışlar, dolayısıyla biz her meseleyi eski ulemanın kitaplarında bulabiliriz.” derler.

2- Çağdaş gelişmeler ve problemler karşısında İslami konuları yeni bir değerlendirmeyle ele alıp tarihselci bir yaklaşımla her şeyi yeniden yorumlamayı savunan ve on dört asırlık birikimi küçümseyip reddedenler.

Bu iki düşüncenin kendi içindeki aşırılıkları ortadadır. Her şeyi eski alimlerin düşündüğünü ve bugüne problem bırakmadığını söylemek, teknolojik gelişmenin ve sosyal değişimin farkında olmamak demektir. Geçmiş dönemin insanlarının görüp karşılaşmadığı, bugün ortaya çıkmış, Kur’an ve sünnet açısından yorum bekleyen binlerce mesele vardır. Organ naklinden tüp bebeğe, sigortadan iletişim araçlarıyla yapılacak muamelelere kadar yüzlerce fıkhi/hukuki mesele bugün nasıl çözülecektir? Bunların hepsinin halledilmiş meseleler olduğunu söylemek mümkün müdür?

Diğer taraftan on dört asır boyunca İslam alimlerinin yaptığı çalışmaların tamamını çöpe atılması gereken, boş ve anlamsız şeyler olarak görüp, onun yerine kendi akıl ve yorumlarıyla uçuk çözümler üretmek ne kadar inandırıcı olabilir? Üstelik bunları yaparken de Kur’an’ın tarihselliğinden bahsederek çağdaş hayatın dayattığı birtakım hususları Kur’an ve sünnetin önüne geçirmeye çalışmak İslam’ın ruhuyla nasıl bağdaşabilir?

Doğru olan belki bu iki görüşün orta noktasıdır. İslam’ın “usul” adı verilen Kur’an ve sünnetin belirlediği değişmeyen bir temel inanç ve ibadet esasları vardır; bir de çağdaş yorumlara bırakılan “füruat” denilen yönü. Bu sonuncu, yeni ortaya çıkan durum ve şartlara göre farklılıklar arz edebilen hususlardır.

“Ezmânın teğayyürü, ahkâmın teğayyürünü gerektirir.” şeklinde ifadesini bulan değişim füruat ile ilgili konularda olur. Ortaya çıkan her türlü sosyal durum ve teknolojik gelişmeye cevap arayan bu telakki, aslında İslami ilimlerde tekâmülü sağlayan bir boyuttur. Ancak bu konu çıplak akıl ve sığ bilgi ile değil, “rüsûh” adı verilen, derin bilgi, ince kavrayış, duygusal zekâ, yüksek ahlak, fazilet ve takva sahibi kimselerin yapabileceği bir iştir. Bunlardan birinin eksik olması takdirinde ortaya çıkabilecek durum birtakım maddi, manevi ve içtimai yanlışlıklara sebebiyet verebilir.

“Zamanın çocuğu olmak mı, yoksa zamane çocuğu olmak mı daha doğrudur?” İslami/tasavvufi telakkide aslolan zamanı yönetmektir ve bunun adı “ibnü’l-vakt” olmaktır. İbnü’l-vakt olmak, içinde bulunulan zamanın şartlarını kuşanmak demektir. Zamanın şartlarını kuşanan ve onun gerekleriyle donanan kimse zamanın çocuğudur. Zamane çocuğu ise zamanın savurduğu, iradesi, omurgası ve değerleri olmayan demektir. Bu itibarla halk arasındaki: “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy!” anlayışı bu tür bir savrukluğun ve omurgasızlığın ifadesidir. Bu anlayış aslında son zamanlarda modernlik ve çağdaşlık fırtınalarının toplumumuza taşıdığı çarpık inanç ve düşünce tortularının ürünüdür. Halk ve toplumu zamanın ve çağın dayatmalarına boyun eğmeye zorlayan ve her türlü çağdaş deformasyonu kolayca kabule hazırlamaya yönelik bir propagandadır bu.

Yaşadığımız çağda “Globalleşme ve Küreselleşme” adıyla gündeme gelen tek dünya düzeni anlayışı, teknoloji ve medyanın da desteğiyle yeni ve çağdaş birtakım dayatmalarla insanlığı etkisi altına almaya çalışmaktadır. Hristiyanlığın, sadece ahlaki öğütlerden ibaret olan dinî anlayışı, küresel dünya düzenine engel olabilecek güçte değildir. İslam’ın fıtratı korumayı esas alan, insanları kendi iradeleriyle dinî hayatlarını diri bir biçimde yaşamaya çağıran anlayışı, küresel ve global düşünce önünde insanların kişiliklerini koruyan en ciddi koruma engeli gibi görünmektedir.

Bu yüzden birtakım güçler İslam dünyasında estirdikleri “Modern ve Çağdaş İslam” rüzgârlarıyla Kur’an kavramlarını savurarak ve güya yeniden Kur’an’a dönmeyi gündeme getirerek bütün kutsalları tartışmaya açmakta ve bu suretle İslam dünyasındaki fikri ve dinî altyapıyı dejenere ederek etkisiz hale getirmeyi amaçlamaktadır. Bu düşünce sahiplerinin Kur’an’a dönmek şeklinde tezahür eden, sünneti ve onunla birlikte on dört asırlık birikimi devre dışı bırakan yaklaşımları, toplum katmanları arasında kabul gördükçe Kur’an’ın tarihselliği gündeme gelmektedir. Kur’an’daki bazı hükümlerin bağlayıcı olmadığı, çünkü onların sadece kendi devrine ait esaslar olduğu, bunların bugün değişen şartlara göre yeniden düzenlenmesi gerektiği ifade edilmektedir. Böylece Müslümanların Kur’an ve dinle irtibatları koparılarak yeni dünya düzeni ile entegrasyonu sağlanmak istenmektedir.

Öyleyse “İslami ilimler alanında gerilemeye ve İslam toplumlarında ıslahı gereken bozulmalara, bid’atlere seyirci mi kalacağız? Bunlar, İslam toplumunu kemirmeye devam mı etsinler?” tarzında varit olabilecek bir suale ne cevap verilebilir?

Efendim, İslam’ın yüce peygamberi bunun kuralını koymuş ve buyurmuştur ki: “Her yüz senede bir, dini yenileyecek bir müceddit gelecektir.” (Ebû Dâvud, Melâhim, 1) Demek ki bu hadis-i şerife göre dine bid’at ve hurafe karıştığı, asli hüviyetinin zarar gördüğü zamanlarda ıslahatçı müceddit müçtehitler devreye girip dini asli safiyetine döndürerek tecdit edeceklerdir.

Hadiste geçen müceddit, ulemadan olabileceği gibi devlet ricalinden de olabilir. Nitekim ilk hicri asırda Ömer b. Abdülaziz gibi bir devlet adamı müceddit kabul edilmiştir. Ondan sonraki asırlarda tam bir ittifak hâsıl olmamakla birlikte mezhep imamları yaşadıkları asırların müceddidi sayılmışlardır. Müceddidin aynı asırda birkaç tane olmasına mani bir hüküm yoktur. Önemli olan yapılan tecdidin boyutudur.

Müceddit, peygamber değildir. Ancak tabiat ve mizacı bakımdan peygambere en yakın olan insandır. Müceddit, çoğu zaman kendisinin müceddit olduğunu bilmez ve böyle bir iddia ile ortaya çıkmaz. Gerek çevresindeki çağdaşları, gerekse sonraki asırlarda gelen insanlar hizmetlerine bakıp onun mücedditliğine hükmederler.

Tasavvuf ehli arasında mücedditliği konusunda tevatür derecesinde ittifak hâsıl olanların başında İmam Rabbânî gelir. Kendisi hicri ikinci bin yılın (M. XVII. y.y.) müceddidi sayılmıştır. Çünkü o, Hindistan’da yeni bir din kurmak iddiasıyla ortaya çıkan Ekber Şâh’a karşı İslam’ın safiyetini savunmuş ve bunda muvaffak olmuştur. İmam Rabbânî Hint Müslümanlarını hem zalim idarecilerden, hem de dünyalık peşinde koşan alim ve sufilerden kurtardığı için bu unvanı almıştır. Onun çalışmalarında hem dîni bid’atlerden arındırma, hem de toplumu hurafe ve bozuk düşüncelerden temizleme çabası söz konusudur. (Hamid Algar, “İmam Rabbânî”, DİA, XXII, s. 198.)

Her devirde böyleleri çıkabileceği gibi, bu tür iddialarla ortaya çıkanlar da bulunabilir. O zaman kişinin yaptıklarına bakmak gerekir. Çünkü: “Görünür şahsın rütbe-i aklı eserinde.” Bu iddia ile ortaya çıkanlar yaptıklarıyla kafaları mı karıştırıyorlar, yoksa fitneleri mi yatıştırıyorlar? Hakk’ın rızası peşinde bir gayret mi gösteriyorlar, yoksa halkın hoşuna gidip takdirini toplayıp dünyalık devşirecek bir iş mi yapıyorlar? Değerlendirmeyi bu ölçülere göre yapmak gerekir.

Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Şubat 2011 sayısında yayınlanmıştır.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Tefekkür ve Marifet

‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’

Fikr kökünden gelen tefekkür, fikretme, düşünme, asıl gerçeğe doğru gedik açma diye anlaşılabilir. Asıl gerçeğe, yani içkin olana, varlığın yüreğine… Mütefekkir bu anlamda, varlığın kalbine doğru sızan ve oradan konuşandır. Tefekkür’ün, ‘modern’ anlamda ‘düşünce’ olduğuna ilişkin imaları da yedekte tutarak diyebiliriz ki, Heideggeryen anlamda, ‘düşünme’ olarak kullanılan ve daha çok ‘hadsi bilgi’yi, sezgici ruha sahip insanın sezgisel/duygusal zekâsını, muhakemesini kullanarak ulaştığı bilgiyi işaret eden tefekkür, eylem hâlindeki akl’ın ürünüdür.

İnsan, varlığa, varlık âlemine gelir ve kendini bir anda muazzam bir hayret denizinde bulur.

Hayret’i, ‘şaşma, şaşırma, şaşakalma, ne yapacağını bilememe’yi de içerir biçimde hatta Heidegger’in, Nedir Bu Felsefe?’deki kastını da içine alarak; daha çok, Yaratıcı’nın varlığı karşısında dimağın kamaşması olarak kullanıyorum.

Dimağdan kastım ise, ortaçağda ‘akıl’ı, ama kalbî akıl’ı karşılayan intellectus kavramının ima ettiği tefekkür aracıdır.

Böylece hayret bir iç-duyum hâline dönüşüyor.

Yani, bir nesne, varolan hatta varlık karşısında insanın gözündeki perdelerin ortadan kalkmasına yol açan bir hâl.

Yunus’un, sonunda ‘ballar balını bulduğu’ yolculuğunu anlatırken söylediği, ‘Hak bir gönül verdi bana/Ha demeden hayran olur’daki hal.

Bu hâlin, bir şaşırma, şaşakalma olduğu kesin. Ama sadece şaşırma olmadığı da...

İnsan, daha önce hiç görmediğini gördüğünde, duymadığını duyduğunda, tahayyül etmediğini ettiğinde şaşırmadan öte bir şey yaşar.

Burada hayret, hem hayreti gerektiren hâlin ateşleyicisidir hem de sonuçlarındandır.

Ateşleyicisidir, çünkü bir nesneye, olguya, varolana veya varlığa, ‘hayret’le bakıldığında tefekkür edilebilir ve ondaki gizli yüz görünebilir. Sonucudur, çünkü insan hayret ederek hayran olabilir ve baktığında yeni bir veçhe görebilir.

Böylece hayret, hem bir tür düşüncedir hem de dönüşümdür.

Sadece düşünce değildir, çünkü hakikat düşüncelerde değildir.

Hakikatin görünümleri ancak, bir deneyim sonucu düşüncede gerçekleşen değişiklikle belirebilir. Yani bir ‘gerçek’, insanın elinden tutarak, onu bir başka ‘gerçeğe’ götürebiliyorsa geçerlidir ve dolayısıyla gerçektir.

Belki bu yüzden, Wittgenstein, kelimelerin sadece hayatın akışı içinde anlamlı olduğunu söyler.

Varlığın sesine kulak kesilen ve onu duymağa çalışmayı felsefi etkinlik yani düşünme olarak gören Heidegger’den de bir kez daha öğreniyoruz ki, insanın körlüğü gözlerinde değildir. Asıl körlük, göğsümüzdeki tahttadır.

Hayret etmeyi, tefekkürün arkhesi olarak önümüze getiren Heidegger şöyle der: ‘İnsanlar, hayretin içinden geçerek hem şimdi, hem de ilk olarak düşünmenin egemen başlangıcına vardılar.’

Hikmetin kurucu ögesi hayrettir.

Hikmet, varlığın içyüzünü okumaktır.

Peki, neler oluyor burada?

Bilgelere göre, ‘hayret sırasında kendimize tutunuruz. Varolanın karşısında, onun varolması ve nasılsa öyle ve başka türlü olmaması karşısında geri adım atarız. Hayret etme, varolanın varlığı karşısında geri adım atmayla son bulmaz. Aksine o, bu geri adım ve kendine tutunma olarak aynı zamanda karşısında geri adım attığı şey tarafından ona doğru çekilir ve tutsak alınır.’

Varlığa uygun olarak konuşmayı sağlayan hayret, insanı, kendini yok eden benliğin sınırlarından kurtarır ve zihnini genişletir. Zihin darlığı, insanın temel zaafıdır.

Fazlurrahman’dan öğrendiğimize göre, tüm Arap dilbilimcileri, bize, ‘zulüm’ sözcüğünün yaygın anlamının, ‘bir şeyi uygun olmadığı yere koymak’ olduğunu söylüyorlar.

Öyleyse yanlışın, yanlış yönelimin, yanlışa yönelmenin ve yanlışta ısrarın her türlüsü zulümdür.

Bunu irtikap etmeninse, göğüsteki gözün, yani iç gözün kalın gaflet perdeleriyle örtülü olmaktan ileri geldiği apaçıktır.

Görüşü keskinleştirmenin bir adı tefekkürdür ve bu içduyum hâliyle insan, gerçeği sürekli tecrübe eder ve deneyimleri, onu hayranlık vadisinde tutar.

Bu varlığın içinde olmaktır.

Bir metin olarak kâinat dendiğinde, bir sözcük olarak insan, bir harf olarak ağaç, bir cümle olarak güneş, bir deyiş olarak deniz, bir manzume olarak yıldız demiş oluyoruz ve baktığımız her şeye yeni baktığımızın bilincine varıyoruz.

Öyleyse, kâinatı bir metin olarak okumanın ve çözmenin bir yolu olmalıdır.

Gerçeği deneyimlerimizle farkettiğimize göre, varolandan varlığa geçerken, kendimizi özne olarak da görmüyor, eleştirinin, ‘kritik bir durum’ olmadığını, yani eserle eleştiricinin nesne-özne ilişkisinden öte bir düzey veya düzlemde karşılaştığını varsayıyoruz.

Hayret nasıl şaşırmadan öte bir şeyse, ‘tefekkür’ de, tümüyle modern bir durum/kavram olan düşünce’den başka bir şeydir.

Arapçadaki fikir veya Farsçadaki endişe hatta Fransızcadaki pensee daha çok, dikey bir ‘düşünme tarzı’nı ima eder. Fikr’in, Fars dilinde ‘endişe’yle anlamdaş olduğunu da biliyoruz. Endişe, dilimizde, gündelik sözlüğümüzde, kaygı, tasa gibi anlamlar kazanmış ve bir tür anlam kaymasına uğramıştır.

Sırası gelmişken, tefekkür’e yol açan hayret’in bir aşamasında, ‘temaşa’yı içerdiğini de hatırlamalı.

Kalbin, aklın anlayamadığı akılları vardır diyen, bunu derken, bir müşahade’sini aktarıyor.

O, kalbindeki akıllardan biriyle temaşa etmiştir varlığı ve gördüğü resim, salt beşeri bir zihinsel etkinlikle görülebilen bir resim değildir.

Şeyh Bedreddin, Varidat’ında, tefekkürün, varolan hakkında olabileceğini söyler.

Gerçekte düşünce, Yaratıcı’nın Zat’ı hakkında hayret etmek olan huşuya aykırıdır. Hakikat yolcusunun, nesnelerden Yaratıcı’ya ulaştığında düşünmesi hayret’e dönüşür.

Bu yüzden, hayret, tefekkürün ürünüdür. Ve yolcu, buna bir kez eriştiğinde, ne bundan ayrılmalı, ne de onu daha aşağı bir şeyle değişmelidir. Aksine, hayret’i yeterli olmayabilir. Bu yüzden Elçi, ‘Rabbim, hakkındaki hayretimi artır’ diye yakarmıştır.

Tefekkür, yolcu seyr hâlindeyken kendisinden istenilendir. Gayba dalmıştır. Fakat amaç, Zat’ıyla belirdiğinde tefekkür hayrete dönüşür.

Sufiler bu durumu, ‘Benim öyle bir vaktim var ki, Rabbimden başkası oraya sığmaz.’ diye ifade eder.

Tefekkürün açtığı yol-ki ona marifet diyoruz-nesneleri itibari değerinde bırakmaz, ya onları yok eder veya Yaratıcı’nın vechinin görünüşleri olarak ortaya çıkarır.

Kierkegaard, ‘etik ile estetik birdir’ derken, modernlerin indirgemeci olarak nitelediği, ama gerçekte, varlığa ilişkin soru soran ve bunu ‘hayret’te kalarak arayan ve bulan tefekküre gönderme yapar.

İnsanın Yaratıcı’sıyla dolaysız biçimde ilişki kurabilme yeteneğine inanan herkes, estetik olanın aynı zamanda ahlaki olduğunu deneyebilir.

Tam da burada karşımıza, Guenon çıkar.

Şehadet âleminden varlığın yüreğine, gayba doğru yolculuğunda insan zihninin imkanlarını yöneten yasalarla ilgilenen geleneksel öğretide, sanatla varlığın dilinin uyumundan söz edilmektedir. Nasr, modern zamanlarda, aynı zamanda kozmosu da yöneten insan diliyle, ruhunun etkinliğinin yollarının ayrıldığını saptar: ‘Şiirin geleneksel öğretisi, daha başka açıklamalara ihtiyaç duyar. Çünkü niceliksel doğa çalışmalarına ve dilbilimsel analizlere, kozmos çalışmalarından ve şiirsel terkiplerden daha fazla değer verildiği bir çağda, kevni hakikatlerle diller arasındaki uyum kaybolmuştur. Geleneksel öğretiye göre içsel göz, algının aracı olduğu için, deruni göze ya da kalbi keşfe kendini açan, kozmosun batıni hakikati, kendisini cismani alan üzerinde tanzim eden bir uyuma dayanır. Üstelik bu uyum, kendisini bizzat hem insan ruhunun ve hem de varlığın yansıması olan dilin dünyasında yansıtır. Dil alanında harici dünyanın maddi varlığının yerine geçen ve kozmik uyumun zihne yerleşmesini sağlayan kelimedir. Kalbi akıl tarafından uygun olarak tetkik edilen âlemin kendisi uyum ile kelimenin birleşmesinin sonucudur. Makrokosmozda âlem’in uyumu, hakikatin daha yüce düzeylerinde daha çok tezahür eder. Ve kosmozun daha aşağı uçlarına inildikçe donuklaşır. Daha az belirgin olur. Bu uyum, aynı zamanda geleneksel sanatların merkezini oluşturur. Ve geleneksel sanat ile maddi formlarla ilgili diğer sanatların esasıdır. Uyum her zaman vardır fakat, kelime ya da dilin özü üzerinde tabb edilmesi hayli belirgin ve derin olunca şiir oluşur. Şiir, nesnelerin temel uyumunu yeniden yankılaması aracılığıyla, insanın, varoluşun ve bilinçliliğin daha yüce makamlarına dönmesine yardım etmeye muktedirdir.’

Not: Bu yazı, Diyanet Aylık Dergi Ocak 2011 sayısında yayınlanmıştır.