14 Aralık 2010 Salı

Muharrem Ayı ve Aşûre

Her dinin, milletin kutsal veya diğer zaman dilimlerinden farklı kabul ettiği, kendine özgü belirli gün ya da ayları vardır. Yüce dinimiz İslâm’da da bu tür gün, gece ve aylar vardır. Şüphesiz insan için en değerli mefhumlardan birisi de zamandır. Çünkü her şey zaman içinde var olmakta, gelişmekte ve yine zaman içinde yok olmaktadır. İnsan hayatında önemli bir yere sahip olan ilim, amel, servet ve diğer bir çok değer, zaman içinde elde edilebilmektedir. Zamanı, gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de âhirette huzuru yakalayacaklardır. Zira Kur’an-ı Kerim’de zamanın öneminin bir sûre ile vurgulanması gerçekten anlamlıdır:

“Andolsun asra ki, insan gerçekten ziyan içindedir...” (Asr, 1) âyetinde yer alan “Asr” kelimesinin, zaman anlamında kullanıldığı müfessirlerin çoğunluğu tarafından ifade edilmiştir. (Yazır, IX, 6067) Bu âyet, zamanın önemine işaret etmektedir. Sevgili Peygamberimiz de;

“İki nimet vardır ki, insanların çoğu bunların değerinden habersizdirler. Bunlar, sağlık ve boş zamandır.” (Buhâri, Rikâk, 1; VII, 170) buyurmak suretiyle, zamanın ve sağlığın önemine dikkat çekmiştir.

Zaman kavramı yaratılmış varlıkların, “ömür”lerini içinde yaşadıkları bir süreçtir. Yüce Kitabımız Kur'an-ı Kerimde, zaman konusuna doğrudan ya da dolaylı yollarla dikkat çekilmektedir.Bu yolla, bir yandan her şeyi yaratan Yüce Allah’ın varlığının ve birliğinin bir delili olarak zaman ön plana çıkarılmakta, bir yandan da son derece kısa bir zaman diliminden ibaret olan insan ömrünün iyi değerlendirilmesi ve ahiret mutluluğunun elde edilmesi yolunda, zamanın iyi değerlendirilmesi gerektiğine işaret edilmektedir.

Soyut bir kavram olan zamanın insanlar tarafından algılanabilmesi, bizzat zaman içinde meydana gelen bir takım olayların esas alınması ile gerçekleşebilmektedir. Bu yolla insan, belli zaman dilimlerini isimlendirme imkanını elde etmiş, “önce” yi ve “sonra”yı , “geçmiş” i ve “gelecek” i tasavvur edebilmiştir, böylece düşüncelerini, bilgilerini bir zemine oturtma imkanını yakalamış, başkaları ile olan ilişkilerini düzene sokabilmiştir. Medeniyetin oluşması ve “dünyanın imarı” bu sayede gerçekleşmiştir. Şüphesiz bu gelişmenin temeli, Yüce Yaratıcının, kâinata koyduğu ve “sünnetüllah” olarak nitelenen sabit kanunlardır; meselâ güneşin, dünyanın ve ayın belli hareket düzenidir. Gün, ay ve yıl kavramları, bu hareket düzeninin birer sonucudur. Yüce Allah bu gerçeğe şu ayette işaret etmektedir:

“Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı on ikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyin.” (Tevbe, 36)

“Haram aylar” Cahiliye devri uygulamasına göre, hürmet edilmesi gereken, savaş yapılması ve kan dökülmesi yasak olan Kameri aylar demektir. “Haram aylar” nitelemesinin, bu aylarda yapılacak ibadetlere daha çok sevap, günahlara ise daha çok ceza verilecek olmasına dayandığı da ifade edilmiştir. (Cassâs, Ebu Bekir Ahmed b. Ali er-Râzî, Ahkâmu'l-Kur'ân, II, 110-111. Thk. Muhammed es-Sâdık el-Kamhâvî, ikinci baskı, Dâru’l-Mushaf, Kâhire, baskı tarihi yok) Bu aylardan Muharrem birinci, Recep yedinci, Zilkade on birinci ve Zilhicce de on ikinci aydır.

Hz. Peygamber (s.a.s.) Veda Haccı sırasında, Mina’da irad ettiği hutbede şöyle buyurmuştur:

“İşte zaman, hakikaten Allah Teâlâ’nın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumu gibi bir devre girdi: Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haramdır ki; üçü birbirinin ardında Zilkade, Zilhicce, Muharrem, biri de Cumâdâ ile Şa’ban arasındaki Receb’dir.” (Buhârî, Tesîru Süre 9, 8; V, 204; Müslim, Kasâme, 29; II, 1305)

Bu dört ayın hürmeti, öteden beri süre gelen dini bir uygulamadır. Hz.İbrahim ve İsmail (a.s.) zamanından beri Araplar, bu esasa riayet ede gelmişlerdi. Cahiliye devrinde bile buna riayet edilmiş, haram aylarda savaş yapılmamıştır, yılın bu dönemi bir barış zamanı olmuştur.

İslâm’ın gelmesi ile barış genel bir prensip, savaş ise saldırıya maruz kalma ve tebliğe engel olunması hâllerine has, zorunlu bir durum hâline geldiği için, “haram aylar” uygulaması da kalkmış oldu.

Muharrem ayının ayrıcalığı

“Haram aylar” içinde Muharrem ayının ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu ayrıcalığı “Muharrem” adından da fark etmek mümkündür. Zira “muharrem” kelimesi, “haram kılınmış”, “hürmete lâyık” anlamlarına gelmektedir. Kısacası “haram aylar” uygulamasının genel adı, anlam itibarı ile bu aya özel bir ad olarak verilmiştir. Bu özel uygulama, şüphesiz Muharrem ayına atfedilen önemin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Aynı önem İslâm kültür ve tarihi sürecinde de devam ede gelmiştir. Zira İslâm, Hz. İbrahim’in tebliğ ettiği Hanif dini esaslarının devamı niteliğinde olması sebebi ile, o geleneğin değerlerinin de sahibidir, dolayısı ile bu ayı değerli kılan tarihi olayları önemser. Diğer yandan, İslâm’ın zuhurundan sonra da Muharrem ayı, dini, sosyal ve tarihi önemi haiz olaylara sahne olmuştur. Bu durum Muharrem ayını, İslâm kültürü açısından daha da ön plana çıkarmaktadır.

Muharrem ayını önemli kılan özellikleri kısaca şöyle sıralamak mümkündür:

1.Hicri yılbaşı

Muharrem ayı, 12 ay ve 355 gün olan kameri yılın ilk ayıdır. Adından da anlaşılacağı üzere, kameri yılda -güneşin değil- ayın hareketleri esas alınmaktadır. Hicrî tarih, Hz. Muhammed (s.a.s.)' in Mekke'den Medine'ye göç edişi ile başlar. Hicretin takvim başlangıcı olarak kabul edilmesi, Hz. Ömer devrinde olmuştur. Onun devrine gelinceye kadar Araplar, düzenli bir tarih belirleme sistemine sahip değillerdi. Fil vakası gibi önemli olayları kıstas olarak benimsemişlerdi. Hz. Ömer devrinde, Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yıl (Miladi 622), İslâmî takvimin başlangıç yılı (Hicri 1) olarak, Muharrem ayı da bu takvimin ilk ayı olarak kabul edildi.

2. Aşûre günü (On Muharrem)

Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.s.) Medine’ye hicret ettiğinde, orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler vardı. İşte bu Yahudiler, Hz. Musa ile İsrail oğullarının, Firavunun zulmünden Aşûre günü kurtulduğunu söyleyen Yahudileri, Hz. Peygamber yalanlamamış ve hatta bu yönde olumlu bir tavır sergilemiştir. Bunun yanı sıra tüm Samî dinlerde özel bir yere sahip görünen aşûre günü, Cahiliyye Araplarınca da önemli kabul edilmiştir. Hatta Resûl-i Ekrem’in de peygamberlik öncesi ve sonrası dönemde, bir süre bu günde oruç tuttuğuna dair rivayetlere de rastlanır. Medine döneminde bu orucu Müslümanlara tavsiye ettiği bilinen bir husustur. (Buhârî, Savm, 69; II, 250; Tirmizi, Savm, 50; III, 128)

İbni Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Peygamber Medine’ye geldiğinde, Yahudilerin Aşûre günü oruç tuttuklarını gördü. “Bu nedir?” diye sordu. “Bu hayırlı bir gündür. Bu, Allah’ın İsrail oğullarını düşmanlarından kurtardığı, bu sebeple de Musa’nın oruç tuttuğu gündür” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.s.), “Ben Musa’ya sizden daha lâyığım.” buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç tutmalarını emretti.” (Buhârî,Savm, 69; II, 251; Müslim, Savm, 127; I, 795)

Hz. Peygamber, Aşûre günü oruç tutmayı teşvik etti ve şöyle buyurdu:

“Aşûre günü orucunun, bir önceki yılın günahlarına keffaret olmasını Allah’tan umarım.” (Tirmizi, Savm, 48; III, 126)

Ramazan ayı ve aşûre günü

Aşûre günü oruç tutulması uygulaması, Ramazan orucunun farz kılınmasına kadar devam etti.

“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere olduğu gibi size de farz kılındı.” (Bakara, 183) âyeti inince, Aşûre orucu isteğe bağlı hâle geldi.

Hz. Aişe bunu şöyle anlatıyor:

“Resûlullah (s.a.s.), Aşûre günü oruç tutulmasını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca, dileyen Aşûre günü oruç tuttu, dileyen tutmadı.” (Buhârî, Savm, 69; II, 250)

Aynı konuda yine Hz. Aişe’den gelen diğer rivayet de şöyledir:

“Ramazan orucu farz kılınmadan önce (Kureyşliler) Aşûre günü oruç tutarlardı. Aşûre günü, Kâbe’nin örtüsünün değiştirildiği gündü. Allah Teâlâ Ramazan orucunu farz kılınca Resûlullah (s.a.s.), ‘Dileyen Aşûre günü oruç tutsun, tutmak istemeyen de tutmasın’ dedi.” (Ahmed, VI, 244)

Hz. Peygamber (s.a.s.) Muharrem ayının 9, 10 ve 11. günlerinde oruç tutmayı ashabına tavsiye etmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur:

Resûlullah (s.a.s.) Aşûre günü oruç tutunca kendisine; “Ey Allah’ın Resûlü, bu gün, Yahudilerin ve Hıristiyanların hürmet gösterdikleri bir gündür.” dediler. Bunun üzerine Resûlullah, “Gelecek yıl inşallah Muharremin dokuzuncu gününde de oruç tutacağız” dedi. Ertesi yıla ulaşamadan Resûlullah vefat etti. (Müslim, Sıyâm, 133; I, 797-798)

Peygamber Efendimiz Muharrem orucuyla ilgili olarak şöyle buyuruyor:

“Ramazan ayından sonra tutulan oruçların en hayırlısı, Allah’a izafetle (Allah’ın ayı denilerek) şereflendirilen Muharrem ayında tutulan oruçtur. Farz namazlardan sonra en faziletli namaz ise, geceleyin kılınan namazdır.” (Müslim, Sıyâm, 202; I, 821)

Peygamberimiz, bir başka hadiste de, Aşûra günü'nde tutulan orucun, bir yıl önce işlenen hata ve günahların bağışlanmasına vesile olacağını müjdelemiştir. (Tirmizi,Savm, 48; III, 126) Ancak, Hz. Peygamberin bildirdiğine göre yalnızca Aşûra günü değil, Muharremin 9, 10 ve 11. günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir. (Müslim, Sıyâm, 38, I, 821)

Aşûre günü oruç tutmanın faziletine ilişkin sahih hadisler bulunmasına karşılık, o günde hububat karışımı aş (aşûre) pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek ve kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih habere rastlanmamaktadır. (Yavuz, Yusuf Şevki, “Aşûra”, DİA, IV, 25) Bununla birlikte, Müslüman Türklerin dinî halk geleneğinde önemli bir yer tutan aşûre, aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlıya isim olmuş ve sosyal dayanışmaya önemli katkılarda bulunmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşûre aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşûre testisi” adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır.

Aşûre gününde meydana gelen diğer tarihi olaylar

Aşûre günü adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivayet edilen diğer bazı önemli olayları da kısaca şöyle sıralamak mümkündür:

a. Rivayete göre, Hz. Nuh’un gemisi Tufandan kurtulup, Cûdî dağına Aşûre günü oturmuştur. Bilindiği üzere, Hz.Nuh, Allah’ın emri üzerine kendine inananları yaptığı bir gemiye bindirmiş, tufan gerçekleşince, inanmayanlar suda boğularak helak olmuşlardı. (Hûd, 25-43)

b. Hz. Ademin tövbesinin kabul edilmesi,

c. Hz. İbrahim’in, Nemrut’un ateşinden kurtulması,

d. Hz. Yakub’un oğlu Yusuf’a kavuşması,

e. Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavunun zulmünden kurtulmaları, 10 Muharrem (Aşûre) günü gerçekleştiği rivayet edilen olaylar arasındadır.

İslâm tarihinde 10 Muharrem

Emeviler’in ikinci hükümdarı Yezid zamanında ve Hicri 61,Miladi 680 yılı Muharrem ayının onuncu Cuma günü, Hz. Hüseyin’in şahadeti ile sona eren tarihi olay meydana gelmiştir. Ehlibeytin çok değerli bir ferdinin hayatına mâl olan bu elim olay sebebi ile 10 Muharrem, Müslümanlarca yas günü sayılmıştır.

Öncelikle şunu ifade edelim ki, Yüce Allah, insanı ruh ve beden yapısıyla en güzel bir şekilde yaratmış, (Tîn, 4) ona şan ve şeref vermiş (İsra, 70), ona ruhundan üflemiş (Hicr, 29) ve yeryüzündeki her şeyi onun hizmetine sunmuştur. (Mülk, 15) Bütün bu özellikleriyle insan, yaratılanlar arasında en seçkin ve en değerli varlıktır. Yaratılış gayesine uygun olarak yaşayan insan, sevgi dolu, merhametli, hoş geçimli, güvenilir, içinde yaşadığı toplumla ve bütün insanlıkla barışık olandır. Bu vasıflar, kuşkusuz olgun Müslümanın da belirgin özelliklerindendir.

Hz. Peygamber’in, “Müslüman, elinden ve dilinden insanların emin olduğu kimsedir. Mü’min ise, insanların canları ve malları konusunda kendisinden emin olduğu kimsedir” (Tirmizi, “İman”, 12; IV, 17. Nesâî, “İman”, 8, VIII, 104-105) buyurarak, Müslümanlık ile güvenilirlik arasında bağ kurması oldukça anlamlıdır.

Temeli barış, uzlaşma ve hoşgörüye dayanan, ismini de bu anlamlara gelen “İslâm” kelimesinden alan yüce dinimiz; birliği, sevgiyi ve kardeşliği emrederken, haksızlığı, insan hayatına, kişi dokunulmazlığına ve insanın onur ve haysiyetine zarar verecek her şeyi de kesin bir dille yasaklamıştır. İnsanların can, din, mal, nesil ve akıl emniyetini temin etmek, İslâm’ın temel hedeflerindendir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de, haksız yere cana kıymak haram kılınmış ve bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmeye, bir hayatı kurtarmak da bütün insanlığı kurtarmaya denk tutulmuştur. (Mâide, 32)

Hz. Peygamber (s.a.s.), savaş ortamında bile, Müslümanlarla savaşmayan gayrı müslim kadınların, çocukların, yaşlıların ve ibadetle meşgul din adamlarının öldürülmesini, hatta ibadethanelerinin yıkılmasını, ağaçların kesilmesini ve hayvanların öldürülmesini yasaklamıştır. Bütün insanlığa seslendiği veda haccı hutbesinde de, Hz. Adem’in çocukları olmaları itibarıyla, insanların kardeş olduklarını; mallarının, canlarının ve kişilik haklarının dokunulmaz olduğunu ve her türlü haksız saldırıdan korunduğunu bütün dünyaya ilan etmiştir.

Genel bir ilke olarak yer yüzündeki bütün canlılara merhametle yaklaşmayı öngören İslâm dini, “İnsanlara merhamet etmeyene, Allah da merhamet etmez.” (Müslim, “Fedâil”, 2319; II,1809. Tirmizî, Birr, 16; IV, 323) peygamberî buyruğuyla da bu ilkeyi âdeta perçinlemiştir. Bütün bunlardan da açıkça anlaşılacağı üzere kime karşı işlenirse işlensin, insan hayatına yönelik haksız davranışların onaylanması söz konusu olamaz.

Muharrem ayı içerisinde Hz. Hüseyin gibi büyük bir şahsiyetin şehit edilmiş olması, bütün Müslümanlar için büyük bir acı olmuş ve Müslümanları derinden etkilemiştir. Bu zatın, Hz. Peygamberin sevgili torunu olması ise, bu acıyı daha da artırmaktadır. Tarihin belli bir kesitinde meydana gelen bu üzücü olayları iyi düşünmek ve bunlardan ders çıkarmak gerekir. Müslümanlara düşen görev, bu tür müessif olayların tekrarlanmasını önleyecek bir bilinç ve anlayışa sahip olmak; kardeşlik, birlik ve beraberliğimizi korumaktır.

Ehl-i Beyt

Ehlibeyt, “ev halkı”, “ev sahibi ile eşi, çocukları ve torunları” demektir.Terim anlamı ile “Hz. Peygamber(a.s.)ın ailesi ve soyu” demektir. Şii kaynaklarda genellikle “ehl-i beyt” karşılığında, “el-İtre” kelimesi kullanılır.

Kur’an’da, Hz. Peygamberin ev halkına yönelik özel açıklamalar içeren ayetler yer almaktadır. Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:

“Ey Peygamberin hanımları! Siz kadınlardan her hangi biri gibi değilsiniz. Eğer Allah’a karşı gelmekten sakınıyorsanız, (erkeklerle konuşurken) sözü yumuşak bir eda ile söylemeyin ki, kalbinde hastalık (kötü niyet) olan kimse ümide kapılmasın. (Güzel ve) doğru söz söyleyin. Evlerinizde oturun. Önceki Cahiliye dönemi kadınlarının açılıp saçıldığı gibi siz de açılıp saçılmayın. Namaz kılın, zekât verin, Allah’a ve Resûlüne itaat edin. Ey Peygamberin ev halkı (ehl-i beyti)! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 32-33)

Bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır.

Câbir b. Abdillah diyor ki: “Resûlullah (s.a.s.)i haccettiği yıl Arefe günü, Kusvâ adlı devesi üzerinde insanlara hitap ederken gördüm. Onun şöyle dediğini işittim: Ey insanlar! Aranızda iki şey bıraktım ki, onlara tutunduğunuz sürece asla sapkınlığa düşmezsiniz: Allah’ın Kitabı ve benim ehl-i beytim.” (Tirmizî, Menâkıb, 32; V, 662)

Şu halde ehl-i beyt; Kur’an’a ve Sünnete bağlı, bu iki kaynağı hayatına yansıtan, onların canlı birer örneği olan seçkin insanları ifade ediyor. Kısaca ehl-i beyt, sünneti ve bu bağlamda da Hz. Peygamberin hayat biçimini temsil etmektedir, diyebiliriz.

Buradan hareketle şunu ifade etmek gerekir ki, Kur’an’ın ve sünnetin getirdiği esaslara sırt çevirerek, onları hayatımızın dışına çıkararak, ehl-i beyti sevmek mümkün değildir. Zira seven kişi, sevdiğine benzemeye, onun gibi olmaya çalışır ve bunu sözleri ve davranışları ile ispat eder. Şüphesiz Hz. Peygamber (a.s.)’ ın aile halkından, ehlibeytinden birinin, hiç hak etmediği bir muameleye tâbi tutulması, şehit edilmesi, bütün Müslümanlar adına son derece üzüntü verici, acı bir olaydır. Sıradan bir insanın canına kıyılmasını bütün insanları öldürmek gibi telakki eden bir dinin mensupları, böyle seçkin bir insana haksız yere kıyılmasını tabi ki telin eder. Böyle üzücü olayların yeniden meydana gelmemesi için ne gerekiyorsa onu yapmayı temel görevleri arasında görür.

Ancak şu noktayı asla gözden kaçırmamalıyız:

Hz. Hüseyin’e reva görülen bu muamele, ne kadar haksız ve ne kadar üzücü olursa olsun, Müslümanlar arasında ayrılık ve husumet sebebi olmamalıdır. Tarihin belli döneminde gerçekleşen bu üzücü olayı, gene tarihin hakemliğine emanet etmek ve duygulardan çok aklı hâkim kılmak gerekir. Zira günümüzde Müslümanların, her zamankinden daha fazla birlik ve beraberliğe ihtiyacı olduğu inkâr edilemez.

Kerbelâ olayının hatırasını yâd etme gerekçesi ile yas günü olarak algılanan 10 Muharremde sergilenen etkinliklerde, bazı Şii Müslümanlar, “kendi kendine işkence” denebilecek uygulamalar sergilemektedirler. Halbuki bu tür uygulamalar İslâm’a aykırıdır. Yas tutmanın da bir ölçüsü vardır ve bu ölçüyü Hz. Peygamber (s.a.s.) belirlemiştir. İslâm’dan önce Cahiliye Arapları, ölen kimse için aşırı derece yas tutar, ölünün yakınları avazı çıktığı kadar bağırır, eşi kendini eve hapseder, yıkanmazdı. Hatta profesyonel ağlayıcılar da tutarlardı. Resûlullah bu geleneği, şu hadisi ile ortadan kaldırmıştır:

“Yüzüne vurarak, yakasını yırtarak, cahiliye âdetlerini sürdüren bizden değildir.” (Buhârî, Cenaiz, 36; II, 82)

Muharrem ayı, tarih boyunca insanlık için dönüm noktaları sayılabilecek önemli olayların yer aldığı bir aydır. İslâm’dan önceki semavi dinlerce de değerli bir zaman dilimi olarak kabul edilmiştir. İslâm tarihi açısından da önem arz eden bu ayda Hz. Peygamber (s.a.s), özellikle bu ayın “Aşûre günü” diye adlandırılan onuncu gününde oruç tutmayı tavsiye etmiştir.

Muharrem ayına, Osmanlılar döneminde de ayrı bir önem verilmiştir. Bu ay dolayısıyla şairlerin yazdığı ve “Muharremiye” adı verilen manzum şiirlerin sayısı oldukça kabarıktır. Ayrıca, yeni yılın başlangıcı olması sebebiyle, bu ayda devlet erkânı, padişahın, huzuruna çıkarak yeni yılı tebrik ettiği ve padişahın “Muharremiye” denilen hediyeler dağıttığı nakledilmektedir.

Sonuç

Muharrem ayı, İslâm kültür tarihinde önemli yeri olan bir zaman dilimini temsil etmektedir. Bu ayın önemi, içinde meydana gelmiş olan önemli olaylardan kaynaklanmaktadır. İslâm tarihinin en üzücü olaylarından biri olan Kerbela olayı da bu ayda gerçekleşmiştir. Bütün Müslümanları üzen bu tarihi olay, tarihin hakemliğine bırakılmalı, müminler arasında soğukluğun ve kırgınlığın sebebi kılınmamalıdır. Bütün Müslümanlara düşen görev, tarihin güzelliklerini, yaşadığımız dönemin şartları içinde yeniden yaşamaya gayret göstermek, yanlış ve üzücü örneklerden ibret alarak, onların tekrar yaşanmaması için ne gerekiyorsa onu yapmaktır.KAYNAK

18 Eylül 2010 Cumartesi

FIHi MAFiH FASIL:2

Biri: "Mevlana söz söylemiyorlar." Dedi. Ben: "Bu adamı yanıma, benim hayalim getirdi ve benim hayalim ona: 'Nasılsın, ne türlüsün?, diye bir söz söylemedi. Onu konuşmadan, hayalim buraya çekti. Eğer benim hakikatim onu söz söylemeden çeker ve başka bir yere götürürse, bua niçin şaşmalı?" dedim.

Söz, hakikat'in gölgesi ve fer'idir. Mademki gölge çeker, o halde hakikat, daha iyi bir tarzda cezp eder.

Söz bahanedir. Bir insanı diğer insana doğru çeken şey, söz değil, belki ikisinde mevcut olan ruhi birlikten bir parçadır. Eğer bir insan, yüzbin mucize ve keramet görse, onda veli ve nebiden uygun bir parça bulunmazsa, birleşmezler ve bunun faydası da yoktur. Onu veliye ve nebiye ulaştıran, onların sevgisini içlerinde kaynaştıran, o ortak olan parçadır.

Eğer samanda, kehrübar ile müşterek bulunan bir parça olmazsa, hiçbir zaman kehrübar tarafına gitmez. Onlar arasında bulunan bu aynı cinsten oluş, gizli bir şeydir, göze görünmez.

Bir insanı, her şeyin hayali, o şeye doğru götürüyor. Mesela bahçe hayali bahçeye; dükkan hayali dükkana. Yalnız bu hayallerde gerçeği değiştiren bir şey saklıdır. Mesela bir yerin hayali seni çekti, hayale uyup oraya gidiyorsun. [ O gerçeği değiştire şey] yani yalan-dolan orasını sana güzel göstermiştir. Sonra pişman olup kendi kendine: "Bunda bir hayır vardı sandım, meğer yokmuş." Diyorsun. Bu yüzden bu hayaller, tıpkı içinde birisi gizlenmiş olan çadırlara benzer. Hayaller ne zaman ortadan kalkar ve hakikatler yüz gösterirse, orada, çadır gibi olan hayal bulunmaksızın, kıyamet kopmuş olur ve artık pişmanlık bahis konusu olamaz; seni çeken gerçek, seni cezbeden gerçekten başka bir şey değildir.

O gün gizli şeyler apaşikar olur. [Kur'an, Sure: 86, Ayet: 9]

Gerçekte, cezbeden birdir; fakat sayılı görünür. Görmüyor musun bir insanın türlü türlü, yüzlerce arzusu vardır: "Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kızarmış et isterim, meyva isterim, hurma isterim." Der. Bu söylediği ve saydığı şeylerin aslı birdir ve o da açlıktır. Açlık bir tek şeydir. İnsan birinden doyunca: "Bunların hiçbiri istemez!" der. O halde anlaşılmış oluyor ki on ve yüz sayıları yoktur; sadece bir vardır.

Onların sayısını, kafirler için mihnet ve meşakkat eyledik. [Kur'an, Sure: Ayet: 9] buyurulduğu gibi bu insanları saymak karışıklığı mucip olur, fitnedir. Mesela buna bir, onlara yüz, diyorlar; yani veli için bir ve halk için yüzbin derler. Bu, büyük bir günahtır. Veliyi bir, diğerlerini çok görmek, görme ve düşünme yolunu kaybetmek ve büyük bir fitnedir. Çünkü siz, onları çok, veliyi ise bir görüyorsunuz. Onların sayısını, kafirler için mihnet ve meşakkat eyledik. [Kur'an, Sure: Ayet: 9] bunun için buyuruldu. Hangi yüz, hangi elli ve hangi altmış? Elsiz, ayaksız, akılsız ve ruhsuz bir takım insanlar, tılsım ve civa gibi, bu dünyada kaynaşıp dururlar. Şimdi sen onlara altmış yahut yüz ve bin ve buna da bir, de. Bu böyle değildir; belki onlar hiçtirler ve bu bir dediğin bin, yüzbin ve yüzbinlerce bir sayılır. Tıpkı, Bizim kavmin ahalisi azdır; fakat hücum ettikleri zaman çok olur, sözündeki gibi.

Bir padişah, birine yüz kişilik gelir sağlamıştı. Askerler padişahı bu yüzden payladılar. Padişah kendi kendine: "Bir gün gelir, size gösteririm; o zaman bunu niçin yaptığımı anarsınız." Diyordu. Savaş günü geldi. Hepsi kaçmış yalnız o döğüşüyordu. Padişah: "İşte ben bu adama, bunun için para verdim." Dedi.

İnsanın ayırt etme hassasını her türlü garazdan temizlemesi ve dinden yardım araması lazımdır. Din, sahibini tanır. Fakat siz ömrünüzü, ayırt etme hassasından mahrum olan kimselerle geçirdiğinizden, onun iyiyi ve kötüyü ayıran vasfı zayıf düşmüştür ve artık dini insana yar olanı tanıyamaz.

Sen bu vücudu besledin, ama onda ayırt etme hassası yoktur. Ayırt bir sıfattır. Görmüyor musun ki delilinin eli, ayağı var, fakat ayırt'ı yoktur. Ayırt sende bulunan latif bir manadır ve sen, gece gündüz o ayırttan mahrum olan şeyi, beslemeğe uğraşıyor ve onun, bununla kaim olduğunu bahane ediyorsun. Nihayet bu da onunla kaimdir.

Nasıl oluyor ki sen bu ayırttan mahrum olanı tamamen besledin, geliştirdin ve tamamiyle vücudunu beslemekle vakit geçirdin de o latif olan manayı, yani ayırt kudretini, ihmal ettin? Senin zannettiğin gibi bu, onunla kaimdir; o bununla değil. O nur, yani latif ita mana, bu göz, kulak ve diğer pencerelerden ve bu pencereler olmazsa, daha başka pencerelerden kendini gösterir. Çerağa ne lüzum var? Allah'tan ümidi kesmemek lazımdır.

Ümit, güvenlik yolunun başıdır. Yolda yürümesen de daima yolun başını gözet: "Doğru olmayan şeyler yaptım." Deme, doğruluğu tut. O zaman, hiçbir eğrilik kalmaz. Doğruluk Musa'nın asası gibidir; eğrilik ise, sihirbazların sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca, onların hepsini yutar. Eğer bir kötülük etmişsen kendi kendine etmişsindir. Senin kötülüğün başkasına nasıl dokunur?

Şiir: (Bak o dağın üzerine konup, kalkan kuş, o dağın nesini arttırdı, nesini eksiltti?)

Sen doğru olursan, onların hiç biri kalmaz. Sakın ümidini kesme.

Padişahlarla bir arada bulunmak şu bakımdan tehlikeli değildir; çünkü ister bugün, ister yarın olsun, zaten fena bulacak ve gidecek olan baş gider. Bu yönden de tehlikelidir; Padişahların nefisleri, kuvvetlenip bir ejderha gibi olur. Onlarla konuşup, onların dostluğunu iddia ve mallarını kabul eden kimse mutlaka onların keyfine göre konuşur. Hatırları hoş olsun diye, onların kötü düşüncelerini benimser ve sözlerinin aksini söyleyemez. İşte bu yüzden de her zaman bir tehlike mevcuttur. Çünkü onların tarafını yaparak, asıl olan diğer tarafı sana yabancı bırakmanın dine zararı vardır. Sen o tarafa yüz çevirir ve sen dünya ehli ile ne kadar uzlaşırsan o da sana o kadar kızar.

Allah zalimlere yardım eden kimsenin üzerine, O zalimi musallat eder. (H)

Senin ona doğru gitmen de bu neticeye varır. Çünkü madem ki o tarafa doğru gittin, sonunda onu senin başına bela edecektir.

Denize varıp oradan birazcık veya bir testi su almakla yetinmek yazık olur. Denizden alınacak inciler ve daha başka binlerce şeyler varken, yalnız su almanın ne değeri olabilir? Akıllı insanlar bununla nasıl öğünürler ve ne yapmış olurlar?

Alem bir köpüktür. Bu deniz muhakkak velilerin bilgileridir. Denizin incisi nerede?

Bu alem, çer çöple dolu bir köpüktür; fakat bu köpük, dalgaların çalkalanmasından, oynamasından ve denizin köpürüp kaynamasından temizlik saflık ve güzellik bulur.

İnsanların kadınlar, oğullar, yük yük altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler gösterişleriyle, içini çeker ve hırsını gıcıklar. Bütün bunlar dünya zevkidir. [Kur'an, Sure: 3, Ayet: 19] Madem ki (Züyyine) süslendirildi, buyruldu o halde, onda gerçek güzellik ve iyilik yoktur; bu güzellik onda iğreti olarak bulunuyor ve başka bir yerden gelmiştir, demektir. Dünya, altın kaplamalı kalp para gibidir. Yani kıymetsiz bir köpükçük olan bu dünya kalptır; önemsiz ve değersizdir. Onu biz altınla sıvadık. İşte bunun için insanların, kadınlar, oğullar, yük yük altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler, gösterişleriyle içini çeker, buyurulmuştur.

İnsan, Allah'ın usturlabıdır. Yalnız usturlabdan anlayan bir müneccim lazımdır. Terecinin ve bakkalın usturlabı olsa bile, bunun onlara ne faydası vardır ve o usturlabla feleklerin ahvalinden, dönmelerinden, burçlarından, bunların tesirlerinden ve değişmelerinden daha bunun gibi şeylerden ne anlarlar? Binaenaleyh usturlab müneccim için faydalıdır. Çünkü kendini bilen Allah'ını da bilir. (H) Bu bakımdan usturlab nasıl feleklerin aynası ise, insan vücudu da Allah'ın usturlabıdır. Çünkü Kur'anda onun hakkında; Biz Adem oğullarını aziz ettik. [Kur'an, Sure: Ayet: 70] buyurulmuştur.

Yüce Allah insanı kendinden bizzat bilgin, bilen ve bilgili kılmış olduğundan, insan kendi varlığının usturlabında zaman zaman, Allah'ın tecellisini ve eşsiz güzelliğini, parıltı halinde görür. O Cemal, hiçbir zaman bu aynadan eksik olmaz.

Aziz ve Celil olan Allah'ın hikmet, marifet ve keramet elbiseleri giydirdiği kulları vardır. Her ne kadar halkın bunları görebilecek görüşleri yoksa da, Allah onları pek çok kıskandığından, onlar da kendilerini tıpkı Mütenebbi'nin: "Kadınlar ipekli elbiseleri ile süslenmek için değil, güzelliklerini korumak için giydiler." Dediği gibi, [hikmet, marifet ve keramet elbiseleriyle] örterler.

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Ramazan-ı Şerif başlıyor.



İradelerin merhametle eğitildiği ve özgürleştiği, ferdi hayatta dindarlığın, sosyal hayatta kaynaşma ve paylaşmanın yoğun olarak yaşandığı, Kur'an-ı Kerim'in evrensel mesajını anlamak ve içselleştirmek için daha çok okunduğu müstesna bir zaman dilimi olan Ramazan ayını 10 Ağustos Salı akşamı ilk teravih namazı kılarak idrak edeceğiz.

Bu ay, dünyanın sayısız nimetleri içinde Allah'ın lütfuna mazhar olan insanın belli bir süre zarfında bunlardan kendini uzak tutarak, bir bakıma nimetin kadrini daha yakından bildiği, muhtaçların halini anladığı ve paylaşmayı öğrendiği, rahmet ve bağışlanma mevsimidir.

Günümüzde, inanç ve ahlak değerlerimizin korunması, sağlıklı bir din anlayışının muhafaza edilerek geliştirilmesi ve kalıcı mutluluğun yakalanması açısından; nüzulünün 1400. yılını idrak ettiğimiz Kur'an-ı Kerim ve onun hayata tatbikinin en güzel örneği olan Sevgili Peygamberimizin sünneti ile sadece duygu değil, bilgi ve amel yönüyle de irtibat kurmamız, son derece önem arz etmektedir. Çünkü Kur'an ve Sünnet, Rabbimizi ve varoluşun sırrını tanıtan bir hakikat bilgisi olarak 14 asırdır bizleri korumuş, dünya hayatının engebeli yolculuğunda dimdik ayakta durmamızı ve dosdoğru yol üzere yürümemizi sağlamıştır.

- 10 Ağustos Salı günü Greenwich saatiyle 03.08 de Kavuşum (İçtima), aynı gün 15.13'de de Ru'yet olacak ve hilal ilk defa Hind Okyanusunda Güney Afrika'nın doğusundan itibaren görülmeye başlayacaktır.

- 10 Ağustos 2010 Salı günü Ankara'da ay ile güneş aynı anda, Mekke'de ise ay güneşten 11 dakika sonra batacağından ve güneş battığı anda hilal Mekke'de 1°52' ufkun üstünde, Ankara'da ise 23' ufkun altında bulunacağından Ankara ve Mekke'de hilal görülemeyecektedir.

- 11 Ağustos 2010 Çarşamba günü ise ay güneşten; Ankara'da 32 dakika, Mekke'de 55 dakika sonra batacağından ve güneş battığı anda hilal Mekke'de 11° 41', Ankara'da 5° 24' ufkun üstünde bulunacağından Ankara ve Mekke'de hilal görülebilecektir.

Bugün, fert ve toplum olarak birbirimizi anlamaya, birbirimize karşı dürüst olmaya, sevgi ve saygı göstermeye; elimizdeki malı, gönlümüzdeki sevgiyi, zihnimizdeki bilgiyi ve duamızı paylaşmaya; kişisel zaaflarımızdan kaynaklanan eksikleri ve hatalarımızı gidermeye, kaynaşmaya, karşılıklı saygı ve sevgi içinde kardeşlik bağlarını güçlendirmeye ekmek su kadar ihtiyacımız vardır.

Bu sebeple; din ile olan sarsılmaz bağını asırlardır sürdüren bir milletin fertleri olarak onun kuşatıcı mesajları ile manevi dünyamızı inşa edelim, dayanışma, paylaşma ve kaynaşma ile pekişen kardeşliğimizi derinlemesine yaşayalım ve yaşatalım, sosyal ve kültürel hayatımız bakımından da canlı bir dönem haline getirelim.

Ramazan ayının şahsımız, ailemiz, milletimiz, ülkemiz, bütün İslam alemi ve insanlık için hayırlar, huzur ve barış getirmesini, bizleri manevi yönden yüceltmesini Cenab-ı Allah'tan niyaz ediyorum.KAYNAK






17 Haziran 2010 Perşembe

REGAİB KANDİLİ



17 Haziran 2010 Perşembe gününü Cumaya bağlayan gece, rahmet, bereket ve mağfiret mevsimi olarak nitelendirilen üç aylara girdiğimizi müjdeleyen Regaip kandilidir.

Üç aylar ismiyle şöhret bulan, kalplerimizin ve gönüllerimizin manevi doyum mevsimi olan Recep, Şaban ve Ramazan ayları, Müslümanlar olarak Hakk’ın rahmet, bereket ve mağfiretine olan iştiyakımızı zirve noktaya taşıyıp huzur iklimine doğru seyahat ettiğimiz müstesna zaman dilimleridir. Dini hayatımıza canlılık katan bu aylar, aramızda insani değerlerin ve ahlaki erdemlerin artmasına, yardımlaşma ve dayanışma bilincinin çoğalmasına, inananların hayır ve iyilikte birbirleriyle yarışmasına vesile olur.

Bu özel aylar ve bu ayların içinde barındırdığı mübarek gün ve geceler, bizlere, hızla geçen zamanın değerini idrak etmenin, durup düşünmenin, hayatın yoğun koşuşturması ve temposu içinde kendimize dönüp, gönül âlemine nazar kılmanın ve içe doğru bir yolculuk yapmanın imkânlarını sunar. Ayrıca Yüce Allah’a gönülden yalvararak, günahlarla kirlenmeye yüz tutmuş gönüllerimizi tövbeyle arındırma, kendimizi bulma ve bilme, nefsin sonu gelmez arzu ve ihtiraslarına dur deme ve onlardan uzaklaşma imkânını bahşeder.

Vahyin nüzulünün 1400. yılını idrak ettiğimiz bu yılda, üç aylar ve bu aylarda bulunan mübarek geceleri fırsat bilerek, Yüce Rabbimizin çağlar üstü evrensel mesajını anlama, O’nun anlam ve hikmetiyle buluşma ve hayatımıza tatbik etme adına her zaman olduğu gibi gayretli olmak durumundayız. Çünkü manevi ve ahlaki değerlerin yozlaştırıldığı, aile değerlerinin ve toplumun ortak bağlarının yok olmaya yüz tutarcasına zayıflatıldığı, dünyanın sanal ve geçici meşgalelerinin ve sonu gelmez heveslerinin bütün hayatımızı ve geleceğimizi ipotek altına aldığı günümüzde, Yüce Mevla’mızın En’am suresinde “Bu (Kur’an) da bizim indirdiğimiz bereket kaynağı bir kitaptır. Artık ona uyun ve Allah’a karşı gelmekten sakının ki size merhamet edilsin.” (Enam, 6/155) buyurduğu üzere Rabbimizin rahmet yüklü mesajı Kur’an-ı Kerim’i daha iyi anlamaya, bunun için de onun değerlerini yaşamaya, yaşatmaya ve bu çerçevede Sevgili Peygamberimiz (s.a.s.)’in örnek hayatını ve ahlakını da rehber edinmeye ihtiyacımız büyüktür.

Regaib kandili vesilesiyle bir kez daha, başta Yüce Yaratan’la olan bağlarımızı ve hayatımızı yeniden gözden geçirmeli, ahlak ve erdemin, doğruluk ve dürüstlüğün, paylaşma ve dayanışmanın, hak ve hukuka riayetin, barış ve kardeşlik içinde bir arada yaşamanın, yetime, öksüze ve kimsesize kol kanat germenin, fakir ve ihtiyaç sahiplerine vermenin, acı ve kederleri paylaşmanın, düşeni kaldırmanın, kutsal değerlere saygının insani erdemler bağlamında ulaşılabilecek en üstün değerler olduğunu hissederek, söz ve davranışlarımıza bu çerçevede yön verme kararlılığı içinde olmalıyız. Zira bu mübarek gün ve geceler değerlendirebildiğimiz, güzel amel ve davranışlarla içini doldurabildiğimiz, yanlışlarımızın farkına varıp istikamete yöneldiğimiz ölçüde bizim için kazançlı ve bereketli zaman dilimlerine dönüşecektir.

Bu duygu ve düşüncelerle aziz milletimizin ve yurt dışında yaşayan vatandaş ve soydaşlarımızla birlikte bütün İslâm âleminin Regaip Kandilini kutluyor, bu gecenin insanlığın ortak huzurunu tehdit eden terör ve şiddetin, savaş ve düşmanlığın yerini barış ve huzurun almasına vesile olmasını, yapacağımız ibadet, dua ve yakarışların kabul olmasını Yüce Allah’tan niyaz ediyorum.KAYNAK

27 Mayıs 2010 Perşembe

Ahlâk

Ken’an-er Rifai, “Din nedir?” sualini “din ahlâkdır” diye cevaplandırmış “Niçin şaşıyorsun? Resûllûllah da her dinin bir ahlâkı vardır, müslümanlığın ahlâkı ise haya ve edebdir diyor” diye ilâve etmişti. Aynı suali müslümanlığa muarız bir kimse Hazret-i Muhammed’e sorduğu zaman o da “din güzel ahlâkdır” diye cevaplandırmıştı. Ahlak dinin temelidir. Velhasıl Ken’an-er Rifai’ye göre din güzel ahlaktır.

*
_Mekarim-i ahlak, ahlak güzelliği nedir?
_”İnsanların, Cenab-ı Hakk’ın sıfatlarıyla sıfatlanmaları lazımdır. Mekarim-i ahlak, insana izzet ve şeref getiren ahlak demektir. Yaratılıştan gaye mekarim-i ahlaktır. Onun için Resûlullah Efendimiz: Ben mekarim-i ahlakı tamamlamaya ve yaymaya gönderildim,buyuruyor.
Demek oluyor ki, İslamiyette ahlaka kıymet pek büyüktür. Allah indinde en şerefliniz müttaki olanınız, yani günahtan sakınanınız, takva sahibi olanınızdır, buyurulmasından maksat, mekarim-i ahlaka sahip olmak demektir.
Mekarim-i ahlaka sahip olmayan bir fert de bir cemiyet de yıkılmaya yüz tutmuş demektir.
Mekarim-i ahlakın bir başı bir de sonu vardır. Başı, niyet selametidir. Niyet selametinin felsefi ifadesi, fayda ve zarar endişelerini şahsi endişelere hasretmeyip, başkalarına da tahsis etmeye de mühim bir hisse çıkarmaktır. Onun için hayrı yalnız kendine istemek, niyet selameti değildir. Resûlullah Efendimizin buyurduğu gibi: Kendiniz için istediğiniz bir iyiliği, diğer mümin kardeşleriniz için de istemek gerek. Bunu yapmayan kamil mümin olamaz.
Fiil selametine gelince, fiil selameti, niyet selametinin dış tezahürü ve fiili neticesidir. Onun için yalnız niyet selametinde kalmayıp bunu fiile geçirmek, tatbik sahasına koymak lazımdır. Resûlullah Efendimizin buyurduğu gibi: İnsanın hayırlısı insanlara hayrı dokunandır, insanın şerlisi insana şerri dokunandır. Mekarim-i ahlak sahibi olmayan kimse her ne kadar insan kisvesine bürünmüşse de insan değeri taşımaz.
Gerek bir ferde gerek bir cemiyete nizam veren, ahlak kanunudur. Mükafat ve mes’ûliyet fikri de bu kanunu teyit eder.
Mes’ûliyet fikri nedir? Ahlaki vazife ve vecibeler ifa olunduğu takdirde, gerek vicdan gerek Allah huzurunda mes’ul olmak endişesidir (yani her mesul olduğumuzu zannettiğimiz kişide aslında Allaha mesul oluyoruz).
Mükafat fikri nedir? Ahlaki vazifeler ifa edildiği takdirde şahsi vicdanın ferahlamasına ve amme vicdanının iltifat ve medhine, Cenab-ı Hakk’ın da rızasına ümit bağlamaktan ibarettir. Onun için de insanı insan eden, dünyada ve ahirette yüzünü ağartan, mekarim-i ahlaktır vesselam. Onun başında da Allah korkusu gelir.”

*
_Resûlullah, levlâk sırrına mazhar olmuşken, ben ahlâkı tamamlamak ve kemâle erdirmek için gönderildim, buyuruyor. Ne tevâzû...
_”Bu hadis-i şerif’ten maksat, ahlâkın kendinde tamamlanmış olduğunu söylemek değil, ahlâkı tamamlamak için gönderildiğini anlatmaktır. O zamana kadar gelip geçmiş nebiler bir göl gösterdilerse ben bir umman göstermek için geldim, demektir.
İncil’de Hazret-i İsa: Bir yanağına vurdukları vakit ötekini de uzat! Diyor. Fakat iş orada kalıyor, mânâlar deryâsının ummanını ise Resûllullah söylemiş bulunuyor.
Gıybet etmemek, tecessüs etmemek, yalan söylememek, riyâ yapmamak hep edebin çerçevesi içine dahildir. Benim bir kimseye yaptığım iyiliğe karşı onun kötülükle mukabele etmesinin üstünde duramam, çünkü vazifem değildir. Ondan iyilik beklemek, kadrini bilmedi demek de edebsizliktir. Sen sana düşeni yap, varsın o da kendine düşeni yapsın. Çünkü o, buna âlet olmuş, sen de ötekine. İş, onun bilmesinde değil, Allah’ın bilmesindedir. Senin sana düşeni yapman ibadettir. Onun da kendine düşeni yapması ibadettir. Halbuki o iyiliği yapan sen değilsin. O kötülüğü yapan da o değildir. Bu âlem sahnesinde oynanacak piyesten her ikiniz de, istidadınıza göre verilen rolün icaplarını yerine getiriyorsunuz.
Hâsılı edeb, illâ edeb...
Edebsizlik, ister zâhir fiiller ile tahakkuk etsin, sirkat (hırsızlık) gibi, dolandırıcılık gibi... ister kavli fiil ile tahakkuk etsin, gıybet gibi, fassallık (herkesin ayıplarını ve kusurlarını diline dolayıp zemmeden, sayıp döken, dedikoducu) gibi, yalan gibi...
Netice itibariyle bunların her ikisi de müsavidir. O da haram, bu da haram. Zinâ etmek nasıl haram ise, gıybet etmek de öylece haramdır.”

*
Kimseyi incitme, kimseden incinme, sabret, sükût eyle, hazımlı ol, Allah’ın işine karışma, içindeki kötü huyları atmaya, onların yerine salih ameller koymaya bak! Allah’ın mahlukatına şefkat eyle! Çünkü her zerre Hakk’ın tecellisine mazhardır. Su gibi girdiğin kabın şekliyle şekillen, uysal ve munis ol! Sen nerede olsan Allah seninledir. Sen onunla olmaya dikkat et! Araya pürüz sokma! Nefis denen şey yamandır. Bahusus yakınlık görürse, cadılık etmek ister. Sakın büyük laf söyleme. O nefis öyle yamandır ki, yakarsın yakarsın gene dirilir. Cenab-ı Hak, Şazeli Hazretleri’ne: Sen benim seçkin kulumsun, fakat yine nefsinden emin olma, buyuruyor.
Bir gün Resûlullah Efendimiz şeytanla karşılaşır: Nereye gidiyorsun? diye sorar.
İnsanları yoldan çıkarmaya der. O zaman Resûlullah Efendimiz: Ben güzel ahlakı bildirmek üzere gönderildim. Fakat hidayetten bende birşey yok. Şeytan da günah işletici olarak gönderildi. Fakat onda da dalaletten bir şey yok,buyurur.
Hz. Pir, domuza, sabahın hayır olsun diye selam verdiği zaman sebebini soranlara, dilimi iyiliğe alıştırıyorum, diye cevap verirdi.
Bütün yaratılmışlara Hak nazarıyla bakarsan her şey sana fayda verir.”

*
Samiha Hanım:
_Hazret-i Ayşe’den, Resûlullah Efendimizin ahlâkını sormuşlar. Cevap olarak: Siz Kur’an okumuyor musunuz? Resûlullah’ın ahlâkı Kur’an’dı! Buyurmuş.
_”Evet... Cenab-ı Hak da Resûlullah Efendimiz hakkında: Muhakkak ki en yüce, en güzel ahlâk üzre yaratıldın buyuruyor.Yazının devamı için tıklayınız.

23 Nisan 2010 Cuma

Cehennem Nedir ?.

Nasıl izah ediliyor?...

Cehennem`in kıyâmet denilen zamanda gelip dünyayı kuşatması ve yutması şöyle anlatılıyor:

Abdullah ibn-i Mes`ûd-dan naklolmuştur:

Rasûlullah şöyle buyurdu:

-O gün cehennem getirilecek!.. Onun 70 bin bağı olacak ve her bağ ile beraber cehennemi çeken 70 bin melek olacak.

Evet, böylece gelip dünyayı kuşatan Cehennemin ateşinin yâni radyasyonunun içinden istisnasız bütün insanlar geçecektir.

«SİZDEN HİÇ BİRİNİZ İSTİSNA EDİLMEKSİZİN (hepiniz) CEHENNEME UĞRAYACAKTIR. BU RABBIN KATINDA KESİNLEŞMİŞ HÜKÜMDÜR!..» (Meryem - 71)

«SONRA KORUNANLARI ORADAN KURTARACAĞIZ; NEFSİNE ZULMEDENLERİ İSE DİZÜSTÜ ORADA BIRAKACAĞIZ.» (Meryem- 72)

«ŞÜPHESİZ CEHENNEM HERKESİN GÜZERGÂHINDADIR» (Nebe21)

«O GÜN CEHENNEM GETİRİLMİŞTİR.» (Fecr - 23)

Gelip dünyayı kuşatan ve alevleri içinden istisnasız herkesin geçmek zorunda kalacağı bu CEHENNEM ne yapıyor şimdi?..

Kendi kendini yiyor!..

Hayır, espri yapmıyorum!.. Gerçeği anlatıyorum!.. Buyurun önce bu olayı Hazreti Resûl-i Ekrem`in ağzından mecâzi şekilde açıklanan ifadesini okuyalım:

Ebû Hureyre radiyallahu anh anlatıyor:

Rasûlullah sallallâhu aleyhi ve sellem buyurdu:

- Cehennem Rabbine şikayette bulunarak:

«Yâ rabbi kısımlarım birbirini yedi!..» dedi! Bunun üzerine Allah ona iki nefes vermesi için izin verdi. işte bulduğunuz şiddetli soğuk (kışın) cehennemin ZEMHERİR`inden; bulduğunuz yakıcı sıcak da onun SEMUM`undandır!..»

Evet, 1400 yıl öncesinin şartları içinde ancak bu kadar dile getirilebilir böylesine muazzam bir gerçek!..

Cennete girenler cehennemden geçip oradaki gerçeği gördükten sonra aralarında konuşurlarken, cehennem ateşini şöyle târif ederler:

«SEMUM`UN AZABINDAN BİZİ KORUDU!..» (Tûr - 27)

Şimdi önce birinci hususu anlamaya çalışalım.

«Cehennem kendi kendini yedi.» tâbiri neyi anlatmak istiyor?.. Güneş, tümüyle hidrojen gazından ibaret merkeze sahiptir ve burada 15 milyon derece civarında bir hararet mevcûttur!.. Bu hararet dolayısıyla sürekli nükleer tepkimeler olmakta ve hidrojen atomları kendi kendini yiyerek helyuma dönüşmektedir. Bu arada yediklerinden artanı (!) da dışarıya atmaktadır. Bu atıklar ise ta dünyaya, bizlere kadar ulaşmaktadır.

«Güneşin», pardon, «Cehennemin» yediklerinin artıkları nedir?..

"SEMÛM!.."

Nedir «nârı SEMÛM».?..

Arapçada «semûm» kelimesi iki mânâya gelir. Birincisi: «Gözeneklere (mesâmet) işleyen ışın». İkincisi: «Zehirleyici», ateş yâni radyasyon!..

Termonükleer tepkime içinde olan GÜNEŞ`in, bu tepkime sonucu yaydığı çeşitli radyasyonlar, ışınlar acaba bundan daha başka nasıl anlatılabilirdi 1400 küsûr yıl önce?..

Evet, Rasûlullâh, tamamıyle bilimsel gerçeklere dayanan din olgusunu en mükemmel şekilde açıklamıştır. Ne var ki, insanlar dine ilimle değil, şartlanmaların hükmü altındaki önyargı ile baktıkları için bu gerçekleri görmekten mahrum kalmışlardır.

Esasen dünyanın ve içindekilerin âkibeti, son derece açık seçik basîret sahiplerinin idrâkları önüne serilmiştir!.. Ancak ne var ki, çeşitli vesilelerle ortaya atılmış bulunan bu gerçekler, yüksek akıl sahipleri tarafından derlenip toparlanıp, sayısız mozaiklerden oluşan ana sistem olarak, bir resim gibi gözler önüne serilmemiştir!..işte bu mümkün olmamıştır geçmişte, bilimin yeterli düzeyde olmaması sebebiyle.

Günümüzde ise ilâhi lûtuf ve merhamet, bizlerin bu gerçeği öğrenmesine yol açmaktadır. Öyle ise aklımızı son zerresine kadar değerlendirip, 1400 sene öncesinden işaret edilen bu gerçekleri çok iyi idrâk etmeye çalışalım.

Dünya, tüm üzerindekilerle birlikte, neticede büyüyecek olan «Güneşin» yâni bir diğer ifade ile «cehennemin» içine girecektir!..

İnsan ise «ruh» beden ya da diğer bir ifade ile hologramik «dalga» bedeninin elde ettiği enerji durumuna göre ya dünya üzerinden kaçıp sayısız yıldızların boyutsal derinliklerindeki üst yaşam boyutlarına yâni cennetlere gidecek; ya da dünyanın ve hemen sonrasında da güneşin manyetik çekim alanından kendini kurtaramayarak; neticede, ebedi olarak cehennemin içinde yâni güneşin içinde kalacaktır!..

Zaten ilk anda kendilerini kurtaramayanların daha sonraki devirlerinde güneşin içinden çıkmaları gittikçe artan yoğunluk ve «karadeliğe» dönüşme olayı sebebiyle ebedîyyen mümkün değildir.

İşte bu yüzden cehenneme girip de oradan kaçamayanlar ebedî olarak orada kalıcıdırlar; cennetlere girenler de ebedî olarak orada kalıcıdırlar, denilmiştir!..

Acaba niye açık açık «Güneşin cehennem» olduğu tasrih edilmemiş de, sadece bir iki hadîste bu noktaya işaret edilip geçilmiştir?..

Üzerinde açık açık durulmamıştır. Çünkü, içinde bulunulan toplum zaten taşa toprağa, aya güneşe tapan bir toplumdur!.. Zaten insanlar, yıllar yılı aya, güneşe, yıldızlara tapagelmişlerdir!..

Bir de buna üstlük Hazreti Rasûlullâh «cehennemin güneş» olduğunu sarih bir şekilde açıklasa idi, gene insanların güneşe tapınmaya başlayıp, ondan meded dilenmeleri;

- Aman Güneş sen yücesin, ulusun bizi yakma!

diye secdelere kapanmaları son derece doğaldır!.. Düşünün ki, bugün bile Güneşi bayrak edinip, ona tapan; Güneşinoğlu`na âdeta ibâdet eden toplumlar yaşıyor dünya üzerinde.

Esasen şu gerçeği de gözlerden uzak tutmayalım;

İnsanlığın içinden sivrilen çok ender, beyinler dolayısıyla teknolojik bir sıçrama olmuş ve aya gidilmiş, Plütona uzanan uydular atılmış ise de; gerçekte, genel seviyesi itibariyle toplumlar hâlâ yüzyıllarca mazide yaşamaktadırlar. İster Amerikan toplumu için olsun, ister Sovyet toplumu için olsun, ister Japon toplumu için olsun bu böyledir!..

Yiyen, içen, zevk aldığı şeyler peşinde koşan, seks yapan, daha fazlasına sahip olmak için elinden geleni ardına koymayan, korktuğundan kaçıp sevdiğine erişmek için didinen; toplumun şartlanma yollu güttüğü insan!.. Asırlar ve asırlardır bu böyle süregeliyor!..

Bu süregelen gerçeklere insanın hakîkati ve gideceği yer itibariyle işaret etmiş olan son derece yüce insan Hazreti İsâ aleyhis`selâm!.. Allah bize değerini idrâk ettirsin. Ama ne çare ki 2000 senedir geçen milyonlar içinde hesaba ve kıyasa girmeyecek kadar az sayıda insan O`nu anlıyabilmiş!.. Sözlerine kulak vermiş! Milyarlık Hıristiyan kütlesinden sözediliyor günümüzde, oysa Hıristiyanların hiç birisi Hazreti İsâ`ya kulak vermiş değil!.. O`nun ne dediğini anlamış değil!..

Hazreti Rasûlullah Aleyhi`s-Selâm’ın bildirdiği üzere, kendisi hâlen yaşamakta olduğu âlemden geri dönecek, bir süre aramızda yaşayacak halkın yanlış anladığı gerçeklerin doğrusunu açıklayacaktır.

Ve insanlığa O`nun, gelişini müjdelediği zirvedeki insan:

Hazreti Muhammed Mustafa salla`llâhu aleyhi ve sellem!..

Olağanüstü bir beyin kapasitesi ile yaratılmış. İlâhi lûtuf ile insanların ve dünyanın gelecek aşamaları kendisine seyrettirilmiş. Mi`râc olayı ile boyut sıçraması yapıp, cennet ve cehennem yaşamlarını müşahede etmiş. Ve nihâyet tüm yaşamını, insanların gelecekte karşılaşacakları olaylara karşı almaları icabeden tedbirleri anlatmakla değerlendirmiş bir Zât!..

Geçmiş sayısız Nebi ve Rasûller insanlara özetle şunu vermeye çalışmışlar:

«Sayısız putlara ve hayalî TANRILARA tapınarak ömrünüzü boş ve faydasız şeyler ile harcamayın; âlemlerin, kâinatın, yerlerin ve göklerin yaradıcısı olan ALLAH`a ibâdet edin. Kimseye kötülük yapmayın, elinizden geldiğince insanlara hizmet edin. ALLAH`ın ne olduğunu tanımaya çalışın ki, O`nun halifesi olan kendinizde mevcût olan sayısız cevherleri değerlendirebilesiniz.»

İşte bu temâ, Hazreti İsâ Aleyhi`s-selâm`da son haddine varmış ve şöyle ifade olunmuş:

- Göklerin krallığına inanıyorsan, benimle beraber olmak istiyorsan, her şeyini terket ve benimle gel!..

Göklerin, yâni ölümötesi ebedî yaşamın krallığından sözeden Hazreti İsâ aleyhi`s-selâm, özellikle dünya krallığı peşinde koşan ve sadece yahûdî asâletine inanan ilkel beyinler tarafından kabûl edilmemiş; sayısız çilelere katlanmış ve nihâyet mucizevî bir olayla dünyadan ayrılmıştır.

Ve O`nun, gelişini müjdelediği Hazreti Muhammed Aleyhi`s-selâm!..

Dünyaya ve ölümötesine dair hiç bir gerçeğin eksik bırakılmadığı bir kitabı, insanlığa sunan Zât!..

Gerçek yaşamın dünya hayatı değil, ölümötesi ebedî yaşam olduğunu bütün yönleri ile açıklayan; ölümötesi yaşamın bütün aşamalarını teferruatıyla târif eden eşsiz insan!..

Allah`ın hükmü ve takdiri sonucu 1400 sene öncesinin çöl toplumu içinde dünyaya geliyor ve onlara hitap etme mecburiyeti içine, insanlığa gerçeğin mesajını ulaştırma görevini yükleniyor.

İlâhi seçim ve takdir sonucu, geleceğin getireceği tüm gerçekleri göreceksiniz ve geleceğin sayısız tehlikelerine karşı insanlığı uyarmak görevini yükleneceksiniz. Ne yazık ki insanlık sizi anlama basîretinden son derece uzak olacak!..

Gerçekleri anlatmaya kalksanız, akıllar-hafsalalar sizi değerlendiremeyecek ve sizi inkâra gidecekler!..

Anlatmaya çalıştınız!.. Akılları reddetmesin, hafsalaları isyân edip mahrum olmasınlar diye meselelere ancak misâl yollu, mecâz yollu, benzetme yollu yaklaşıp, geleceğin tehlikelerinden söz edeceksiniz!.. Ve buna rağmen inkâr edileceksiniz!..

Mecnûn, deli, diyecekler!..

Büyücü diyecekler!..

Cinler zaptetmiş, onlar konuşturuyor, diyecekler!..

Siz, insanlığın içine gitmekte olduğu ateşi görüp, onların kendilerini, tedbir almayarak ateşe atmalarından büyük üzüntü duyacaksınız; onlar ise sizinle alay edecekler!..

Acaba kim katlanabilir böyle bir olaya.

Ve bırakın o günküleri bir yana.

Acaba bizler, fark edebildik mi gerçekleri 2000 yılının eşiğinde?

İlmin tüm verilerine rağmen!.. Resûl-i Ekrem’in 1400 yıl öncesinden bizi uyarmak için elinden geleni yapmasına rağmen!..

Bizim anlayışımıza göre, insanlık 2000 yılının eşiğinde olmasına rağmen, el`ân, Hazreti Muhammed`den önceki, gerçekleri görememe devrini yaşamaktadır.

Din nedir?..

Din niyedir?..

Allah Rasûlü’nün ortaya koyduğu, uyulması gerekli, ya da zorunlu kuralların sebebi nedir?

Din sadece bir inanç olayı mıdır?..

Dinin bilimsel bir temeli var mıdır?..

İnsanlık niçin dini tatbik mecburiyetindedir?..

Evet, şimdi, İslâm Dininin temelinde yatan bir kısım bilimsel gerçekleri; ve «niçin Din?» sorusunun cevabını dilimiz döndüğünce anlatmaya çalışalım.KAYNAK

30 Mart 2010 Salı

MESNEVİ'den Hikayeler 3.cilt Alışverişte Aldanmamanın Çaresi

Bir dost, Peygambere “ Ben alışverişte daima aldanıyorum, bir şey satan, yahut alan kişinin hilesi sanki sihir, gelip benim yolumu kesiyor” dedi. Peygamber dedi ki. “Alışverişte aldanmaktan korkuyorsan alacağın şeyi üç gün muhayyer olarak al. Çünkü şüphe yok yavaş iş Rahmandandır. Acele edişinse melun Şeytandan.”

Önüne bir lokma atsan köpek bile köpekliğiyle önce koklar, biz aklımızla koklarız. Hele bir bak, demek ki biz de her şeyi inceleyen aklımızla kokluyoruz. Tanrı bile bu yerlerle gökleri yavaşlıkla ve tam altı günde yarattı. Yoksa “ Kün” der demez yerler de olurdu, göklerde; Tanrı, buna kaadirdi.

Hatta bir emreder etmez yüzlerce yer ve gök yaratabilirdi. Tanrı bütün kudretiyle beraber insanı yavaş, yavaş ve tam kırk yılda kemal sahibi eder. Bir anda yokluktan elli kişiyi uçurup bu aleme getirmeye kaadirdi. ama. İsa, bir dua ile hemencecik ölüyü diriltir de.

İsa’yı yaratan, insanları bir anda yaratmaya kaadir değil midir? İsa’ya nazaran kudreti, kat, kat üstün mü değil? Dilediğin şeyi yavaş, yavaş fakat sağlam bir halde yapman lazım. İşte bu yavaşlık, sana bunu öğretmek içindir. Daima akıp duran küçük bir dere ne pislenir, ne kokar.

Bu yavaşlıkla insan, ikbale, devlete erişir. Yavaşlık yumurtadadır, devlet de kuşlara benzer. A inatçı adam, kuş hiç yumurtaya benzer mi? Ama yumurtadan çıkar ya! Sen de davran da cüzülerin, yumurtalarından kuşlar çıkarsın. Yılan yumurtası da serçe kuşu yumurtasına benzer, fakat aralarında ne kadar fark var!

Armut da elmaya benzer, benzer ama aralarında ki farkları bil ey yüce kişi! Yapraklar da bakılınca bir renktedir. Fakat meyveleri çeşit, çeşittir. Yapraklara benzeyen bedenler de birbirine benzer, benzer ama herkes bir iş için yaratılmıştır. Halk yolda her bir tarzda yürür durur; fakat birisi zevk içinde, öbürü dertli, kederli! İşte tıpkı bunun gibi ölürken de aynı çeşit ölürüz ama yarımız ziyan içindedir.

Bilal; zayıflıktan hilale dönmüş, yüzüne ölüm rengi çökmüştü. Karısı görüp “ Ah bu, ne elem, bu ne keder” dedi. Bilal “ Hayır, hayır bu ne zevk ve neşe! Şimdiye kadar hayattan, elem duymaktaydım, ölüm nasıl bir zevktir, nedir, nedir? Sen bunu ne bileceksin?”

Demekte, bu sözleri söylerken de yüzünden nerkisler, güller, laleler açılmaktaydı! Yüzünün parlaklığıyla nurlu gözleri, sözünün doğruluğuna şahadet ediyordu. Her gönlü kara adam onun yüzünü simsiyah görürdü ama o insanların gözbebeğiydi, neden gözbebeği de siyah?

Yüzü kara olanlar, hakikati görmeyenlerdir. İnsanların gözbebeği olan adam ise ayın aynasıdır. Zaten dünyada can gözüne sahip olanlardan başka, senin gözbebeğini kim görebilir ki? Onu gözbebeği haline gelenlerden başka kim, onun renginin görüp anlar? İnsanların gözbebeği olan kişiden başka herkes, mertebesi yüce insanın sıfatlarını taklit eder. Hakikati bilmez.

Karısı “ Ah ayrılık, ah ayrılık” deyince Bilal “ Hayır, hayır vuslat, vuslat!” dedi. Karısı “ Bu gece gurbete gidiyorsun, soyunun sopunun gözlerinden kaybolacaksın” dedi. Bilal dedi ki. “ Hayır, hayır bu gece ruhum, gurbet elinden vatanına ulaşacak!” karısı “ Gayrı senin yüzünü nerede göreceğiz biz?” dedi.

Bilal dedi ki. “ Tanrı haslarının halkasında ! başını kaldırır da aşağıya değil yukarıya bakarsan Tanrı haslarının halkasını görürsün. Yüzük taşının yüzüğe nur saçtığı gibi Alemlerin rabbi de o halkayı nurlandırıp durmaktadır!” karısı “ Yazıklar olsun, bu ev yıkıldı artık” dedi. Bilal dedi ki: “ Buluta bakma aya bak” akrabam kalabalık, ev de küçük. Tanrı daha mamur bir hale getirmek için yıktı!

Ben evvelce sıkıntılar içinde hapis olmuş adama benzerdim, şimdi ruhumun nesli doğuyu da kapladı, batıyı da. Bu kuyuya benzeyen evde bir yoksuldum, şimdi padişah oldum, padişaha bir köşk, bir saray lazım! padişahlar, köşklerde saraylarda otururlar, ölüye yurt olarak bir mezar kafi.

Peygamberlere bu dünya dar geldi de padişahlar gibi Lamekan alemine gittiler. Kalbi ölmüş kişilereyse bu dünya nurlu göründü, görünüşü büyük, geniş fakat hakikatte dar! Dar olmasaydı bu feryat neden? Baksana daha evvel doğup bu aleme gelenlerin hepsi iki büklüm oldu!

İnsan uyku zamanında bak nasıl azat olmakta ruh, o varlığı, ulaştığı mekandan nasıl neşelenmekte. Zalim, zulüm tabiatından kurtuluyor. Zindandaki mahpus hapse düştüğünü, hapiste bulunduğunu unutuyor. Pek geniş olan bu yer, bu gök devenin çökeceği zaman pek daralmakta. Bu dünyanın genişliği bir göz bağı, oysaki pek dar. Gülmesi ağlamaktan ibaret, övünmesi ardan, ayıptan başka bir şey değil.

Hamam kızıştı, ısındı mı daralırsın, için sıkılır, oysaki hamam geniştir, uzundur. O hararetten sana dar gelir, ruhun sıkılır, usanırsın. Dışarı çıkmadıkça gönlün açılmaz peki, mekanın genişmiş ne fayda? Yahut da mesela dar bir ayakkabı giyersin de geniş bir ovada yürürsün. Fakat o geniş ova, sana öyle daralır ki. O ova o sahra sana adeta zindan kesilir. Seni uzaktan gören ovada bir lale gibi açılmış der.

Bilmez ki sen, zalimler gibi görünüşte gül, bahçesindesin, fakat ruhun feryat edip duruyor! Uyuman o dar ayakkabıyı çıkarmana benzer. Uykuda bir müddet ruhun bedenden kurtulur. Azizim uyku, Tanrı velilerinin malı, mülküdür. Dünyadaki Eshabı Kehif gibi! Uyumadıkları halde rüya görürler, görünürde bir kapı yoktur, yokluğa giderler.

Ev dar. Ruhun bu daracık evde eli, ayağı, çarpılmış gibi iki büklüm. O evi, padişahların sarayları genişletmek, mamur, bir hale koymak için yıkar. Ben de ana rahminde iki büklüm oldum. Dokuz ay doldu, artık buradan göçmem gerek! Anamı doğum ağrısı tutmasa bu zindanda ateş içinde kalırım.

Bir anaya benzeyen tabiatın da kuzu koyundan doğsun diye ağrıya düşüyor, bu ağrı, doğum yolunu açıyor. Ey tabiat, rahmini aç. Kuzu büyüydü, çıksın da o yemyeşil ovada yayılsın, otlasın artık! Doğum ağrısı, gebeye bir derttir ama çocuk için zindanın yıkılması gibidir.

Gebe, ne yapayım, nereye sığınayım? Diye ağlar çocuk kurtuluş vakti geldi diye güler! Göğün altındaki analar ( Ateş, yel, su toprak) la cansız şeyler, canlı mahluklar, nebatlar. Hulasa ne varsa, hepsi, birbirlerinin derdinden gafildir. Yalnız bilen ve kemale sahip olan kişiler, bunların dertlerini bilir.

Kösenin, başkalarının evinde olanları bildiği kadar kabasakal, kendi evindekini bilemez. Amca, sen kendi halini bilmezsin. Fakat gönül sahibi yok mu, senin halini o bilir işte!

Gaflet, tenden ileri gelir. Ten ruh oldu mu artık şüphesiz bir halde bütün sırtları görür. Gök boşluğundan yeryüzü kalktı mı ne benim için gece ne gölge kalır, ne senin için. Nerede bir gölge, gece yahut gölgelik varsa yerdendir; göklerden aydan değil! Duman, kıvılcımlar saçan ateşten meydana gelmez, daima odundan meydana gelir.

Vehim, hataya düşer, yanılabilir. Fakat, akıl, mutlaka isabet eder, yanılmaz. Her ağırlık, her yorgunluk,tenin muktezasıdır. Cansa hafifliği yüzünden uçup durur. Kırmızı beniz kanın çokluğundandır, sarı yüz safranın oynamasındandır. Ak beniz, balgamın kuvvetindendir, sevdadan da beniz kararır.

Hakikatte eserleri halk eden odur. Fakat kışırda kalan, yalnız zahiri gören, ancak sebepleri görebilir! Derilerden ayrı olmayan, sebeplerden kurtulmamış olan akıl, ne illetlerden kurtulur, ne doktordan fayda görür. Ademoğlu, ikinci defa doğdu mu ayağını sebeplerin başına kor.

Artık, onun dini illet-i ula değildir. Cüz’i illet de ona bir zarar veremez. O, doğruluk geliniyle ufuklarda uçup durur; sureti de ona ancak bir duvaktır. Hatta ufuktan da dışarıdadır, göklerden de. Ruhlar ve akıllar gibi mekansız bir alemdir. Hatta akıllarımız bile gölgeler gibi onun ayağına düşer. Müctehit, nassı görür, tanırsa herhangi bir hükümde artık kıyası düşünmez ki. Fakat bir şeyde nas yoksa orada kıyasa hüküm verir.

Nassı Ruhulkudüs’ün vahyi bil, aklı cüzinin kıyası, bundan aşağıdadır. Kıl, canla idrak sahibi olmuş, canla aydınlanmıştır. Ruh, nasıl olurda aklın tasarrufuna girer? Fakat ruh, akla tesir eder de akıl, o tesir altında tedbire girişir. Ruh, Nuh’u tasdik ettiği gibi senide tasdik etti, senin emrine de tabi olduysa nerede deniz, nerede gemi, nerede Nuh tufanı?

Akıl eseri ruh sanır ama güneşin nuru güneşin cirminden büsbütün ayrıdır. O yüzden salik, ruhun nurundan aslına ulaşmak için bir lokma ekmeğe kanaat etti. Çünkü aşağılara vuran nur, gece gündüz daimi değildir ki geçer gider. Fakat nurun aslına ulaşıp orada yurt edinene kişi, daima o nura gark olmuştur. Ne bulut yolunu keser, ne nuru gurub eder. , artık ayrılıktan kurtulmuş, güzelleşmiştir. Bu makama eren kişinin aslı, ya göklerdendir. Yahut topraktır da topraklıktan tamamıyla çıkmıştır.

Çünkü bu güneşin şuası daimi olarak dursa toprağa mensup olan tahammül edemez ki. Güneşin ziyası daima toprağa vurup dursa toprağı öyle bir yakar ki yeryüzünde hiçbir verim kalmaz, hiçbir meyve bitmez. Daima suda kalmak balığın harcıdır. Yılan nereden balıkla yoldaşlık edebilecek?

Fakat dağlarda öyle düzenbaz yılanlar vardır ki bu denizde balıklık etmeye kalkışırlar. Hileleri halkın aklını başından alırsa da denizden nefretleri, nihayet kendilerini rezil eder gider. Bu denizde de öyle hünerli balıklar vardır ki yılana bile sihir yapar, balık haline koyarlar.

Ululuk denizinin dibindeki balıklara deniz, sihri helal öğretmiştir. Olmayacak şey, onların himmetiyle olur. Pis, oraya vardı mı tertemiz olur, kutlu bir hale girer. Bu sözü kıyamete kadar söylesem, bu bahsi kıyamete kadar uzatsam bitmez. Yüzlerce kıyamet kopar, geçer de yine bu bahis tamamlanmaz.

Bu sözlerim, insanlara bir tekrarlamadır, ama bence tekrarlanan tazelenip uzayan bir ömürdür. Mum, birbiri üstüne çakan kıvılcımlarla yanar., alevlenir. Toprak, birbiri üstüne vuran ziyalarla altın haline gelir, parlar. Binlerce istekli olsa da bir de usanan kişi bulunsa elçi, elçilik yapmak istemez, gönlü soğur.

Bu sır söyleyen gönül elçileri, İsrafil huylu dinleyici isterler. Padişahlar gibi azamet sahibidir bunlar. Cihan halkından kulluk isterler. Huzurlarında edebe riayet etmedikçe elçiliklerinden nasıl faydalanabilirsin? Önlerinde iki büklüm eğilmedikçe emaneti sana verirler mi hiç? Onlarca öyle her edep, her terbiye de beğenilmez.

Çünkü onlar ulu bir tapıdan gelmişlerdir. Onlar yoksul değiller ki ettiğin hizmetlere karşı teşekkür etsinler, minnet altında kalsınlar a müzevir! Fakat ey gönül, bunca rağbetsizliğe rağmen sen yine padişahın sadakasını saç, esirgeme! Ey gökyüzünün elçisi, sen usananlara bakma atını sıçrata dur, oynata dur.

Ne mutludur o Türk ki savaşa girişir, dayanır da atını ateşler dolu hendeğe bile sürer, ateşler dolu hendekten bile sıçratır. Atını öyle sürer, öyle şahlandırır ki gökyüzüne çıkmaya kalkışır. Ne kimseyi görür, ne kimsenin hasedine bakar, her şeyden gözünü yummuştur; ateş gibi kuruyu da yakmıştır, yaşı da.

Yaptığı işten bir pişmanlık duyar ve bu pişmanlık ona bir ayıp olursa o, önce pişmanlığa ateş salar, yakıp yandırır. Zaten adam, bir işte ayak diredi mi hiç yoktan pişmanlık meydana gelmez ki.

25 Şubat 2010 Perşembe

Mevlid Kandiliniz Kutlu Olsun.


Yüce Yaratıcı’nın Kuran-ı Kerim’de “yüce bir ahlak üzere” olduğunu belirttiği ve tüm insanlara rahmet elçisi olarak gönderdiği, peygamberlik zincirinin son halkası olan Sevgili Peygamberimiz (sav)’in hicri takvime göre doğumu vesilesiyle kutlayageldiğimiz Mevlid Kandili’ni 25 Şubat Perşembe gününü Cuma’ya bağlayan gece idrak edeceğiz.

Kur’an-ı Kerim’de “Andolsun ki Rasûlullah’da sizin için, Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı umanlar ve Allah’ı çokça zikredenler için mükemmel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21) buyrularak Sevgili Peygamberimizin hayatı bizlere yaşanabilir ‘en güzel örnek’ olarak takdim edilmiştir. Hz. Peygamberi örnek almak, ancak O’nun insanlığın huzur ve mutluluğu için yaptığı daveti hayatımıza yansıtmakla ve güzel ahlakını bir bilinç ve hayat tarzı olarak davranışlarımızın mihveri yapmakla mümkündür.

“Nitekim kendi aranızdan, size ayetlerimizi okuyan, sizi her türlü kötülükten arındıran, size Kitabı ve hikmeti öğreten, ayrıca bilmediklerinizi de öğreten bir peygamber gönderdik.” (Bakara, 2/151) ayet-i kerimesinin açıkça dile getirdiği gibi, ilahi hitabı bizlerle buluşturan Rahmet Elçisi (sav), aynı zamanda o kelamı bize açıklamış ve onun hayat veren mesajını bizzat yaşayarak bizlere aktarmıştır. Kur’an ve bütün ahlaki erdemleri şahsında toplayan Hz. Peygamber, tüm insanlığa bir kurtuluş ve diriliş çağrısı yapmıştır. İşte Mevlid Kandili ve diğer mübarek gün ve geceler, bu çağrıyı gönlümüzde, zihnimizde ve hayatımızda diri ve canlı tutmak adına fırsat günleridir.

Dünyanın sanal ve geçici meşgalelerinin ve sonu gelmez heveslerinin bütün hayatımızı ve geleceğimizi ipotek altına aldığı modern dönemde, Rabbimizin rahmet yüklü mesajı Kur’an-ı Kerim’i ve âlemlere rahmet olarak gönderdiği Peygamberimiz (sav)’in Sünnetini daha iyi anlamaya, bunun için de gönlümüzü Kur’an’a açmaya ve Sevgili Peygamberimiz(sav)’in örnek hayatını ve ahlakını rehber edinmeye ne kadar çok ihtiyacımız var. Çünkü Kur’an ve Sünnet, bizi sıradan bir canlı olmaktan kurtarıp aslımıza döndüren bir çağrı olarak, bize kendimizi, Rabbimizi ve varoluşun sırrını tanıtan bir hakikat bilgisi olarak 14 asırdır bizleri korumuş, dünya hayatının engebeli yolculuğunda dimdik ayakta durmamızı ve dosdoğru yol üzere yürümemizi sağlamıştır. Öyleyse Mevlid Kandili’nde Kur’an’la ve Peygamberimiz(sav)’in Sünneti ile buluşalım, onları evimize misafir edelim, Peygamber Efendimizi daha yakından tanıyalım, çocuklarımızı O’nun sevgisi ile yetiştirelim, Kur’an-ı okuma ve anlamayı ibadet, yaşamayı hayatımızın gayesi edinelim.

Bu duygu ve temennilerle, Sevgili Peygamberimizin dünyayı şereflendirmesinin yıldönümü olan Mevlid kandilinin bütün insanlığa rahmet ve huzur getirmesini, O’nu ve insanlığa getirdiği en büyük hediye olan Kur’an’ı yakından tanımamıza ve çağrısı etrafında birleşmemize vesile olmasını Yüce Mevlâ’dan niyaz eder, bütün İslam âleminin Mevlid Kandilini tebrik ederim.KAYNAK

18 Şubat 2010 Perşembe

FIHi MAFiH FASIL:1

ESİRGEYEN BAĞIŞLAYAN ALLAH'IN
ADIYLA BAŞLARIM

EY ALLAH'IM HAYIRLA SONA ERDİR.

Peygamber (Ona selam olsun) buyurdu ki: "Bilginlerin kötüsü emirleri ziyaret eden, emirlerin iyisi bilginleri ziyaret edendir. Fakat fakirin kapısına gelen emir ne kadar hoş ve emirlerin kapısındaki fakir ne kadar kötüdür." (H)

Halk, bu sözün dış manasını almıştır. Bir bilgin'in, bilginlerin en kötüsü olmaması için, emiri ziyaret etmemesi lazımdır ve emiri ziyaret etmek ona yakışmaz.

Bu sözün gerçek manası, böyle halkın zannettiği gibi değildir. Belki şöyledir: Bilginlerin kötüsü, emirlerden yardım gören ve emirler vasıtasıyla durumunu düzelten, kuvvetini elde edendir. Emirler bana bağışlarda bulunur, saygı gösterirler, bir yer verirler düşüncesi ve onların korkusu ile okuyan kimse bilginlerin en kötüsüdür. Şu halde o kimse emirler yüzünden ıslah olmuş, bilgisizlikten bilir hale gelmiştir. Bilgin olduğu zaman da onların korkusundan ve kötülük etmesinden terbiyeli bir insan olmuştur. Bütün hallerde, ister istemez bu yola uygun olarak yürümesi gerekir. İşte bu yüzden, görünüşte emir onu görmeğe gelsin, isterse o emiri görmeğe gitmiş olsun, o ziyaret eden, emir ise ziyaret edilen olur.

Bir bilgin eğer emirler yüzünden bilgi sahibi olmayı düşünmezse onun bilgisi, belki başlangıçta ve sonunda Allah için olmuş olur. Tuttuğu yol ve göstermiş olduğu faaliyetler sevaplıdır. Çünkü yaradılışı böyledir ve bundan başkasını yapamaz. Tıpkı balığın sudan başka bir yerde yerleşip yaşayamayacağı gibi. Onun elinden gelen ancak budur. Böyle bir bilgin'in hareketlerini idare eden ve ayarlayan akıldır. Herkes ondan korkar ve insanlar bilerek veya bilmeyerek, onun ışığından ve aksinden yardım görürler. İşte böyle bir bilgin emirin yanında giderse, görünüşte o ziyaret eden, emir ziyaret edilen olur. Çünkü bütün hallerde emir ondan feyiz alır, yardım görür ve bilgin'in emire ihtiyacı yoktur, zengindir, nur bağışlayan güneş gibidir. İşi bağışlamak, ihsan etmektir. Taşları lal ve yakut yapar. Terkibi toprak olan dağları bakır, altın gümüş ve demir madenleri haline getirir. Toprakları yeşertir, tazelendirir. Ağaçlara türlü türlü meyveler bağışlar. İşi gücü bağışlamaktır. Arab'ın "Biz vermeyi öğrendik, almayı öğrenmedik" meselesinde olduğu gibi, verir ve başkasından almaz. İşte bu yüzden bu gibi bilginler [gerçekte] ziyaret edilen, emirler ise ziyaret eden olurlar.

Bu sözlere uygun olmamakla beraber aklıma şu ayeti tefsir etmek geldi. Mademki aklıma öyle geliyor, öyleyse söyleyelim gitsin.

Yüce Allah: "Ey peygamber, elinizde bulunan esirlere de ki: Yüce Allah kalbinizde hayır bulunduğunu bilirse, sizden alınandan daha iyisini size verir. Sizi yarlığar, Allah yarlığayıcı, bağışlayıcıdır." [Kur'an Sure:8, ayet 70.]

Bu ayetin inişinin sebebi şudur: Mustafa (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun) kafirleri kırmış, öldürmüş, mallarını ganimet olarak almış, bir çoklarını esir edip ellerini, ayaklarını bağlamıştı. Amcası Abbas (Allah ondan razı olsun) da bunlardan biriydi. Esirler bağlar içinde aciz ve düşkün bir halde ağlayıp sızlıyor ve kendilerinden ümitlerini kesmiş kılıç ve ölümü bekliyorlardı. Mustafa (Ona selam olsun) onlara bakıp güldü. Bunun üzerine: "İşte gördün mü onda beşerlik var: Bende beşerlik yoktur diye iddia etmesi doğru değildi. Bizlere bakıyor ve bizleri bu bağlar içinde, kendi esiri olarak gördüğü için tıpkı nefislerine yenilen insanların, düşmanlarını yendiklerini ve onların kendileri tarafından yok edilmiş olduğunu gördükleri zaman sevinip, sevinçlerinden oynadıkları gibi, seviniyor ve memnun oluyor." dediler.

Mustafa (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun) onların içlerinden geçen bu şeyi anlayıp buyurdu ki: "Haşa! Ben düşmanları esirim ve benim kahrıma uğramış ve sizleri de zarar etmiş olarak gördüğüm için gülmüyorum. Sır gözü ile, bir kavmi cehennemden külhanın ocağından ve kinle kararmış bacadan, bağlar ve zincirlerle çeke çeke, zorla cennete ve ölümsüz bir gül bahçesine niçin götürüyorsun? diye bağırıp, beddua ettiklerini gördüğümden gülüyorum. Bununla beraber siz şimdilik böyle bir görüşe sahip olmadığınızdan dolayı bu dediğimi anlayamaz ve açıkça göremezsiniz."

Yüce Allah buyuruyor ki: Esirlere deyiniz ki: Siz, önce askerler topladınız, kendi mertliğinize, pehlivanlığınıza, kuvvet ve kudretinize tamamen güvendiniz, kendi kendinize: "Biz, şöyle yapalım, Müslümanları şöyle kıralım, böyle yok edelim." dediniz. Kendinizden daha kudretli bir kudret sahibi olduğunu göremediniz ve kendi kahrınızın üstünde bulunacak, bir Kahredici tanımıyordunuz. Böyle olması için, ne kadar çalıştınız ve ne kadar tedbirler aldınızsa, hepsi aksine oldu. Şimdi korku içinde olduğunuz halde, yine tövbe etmediniz. Ümidiniz yok ve üzerinizde kudret sahibi birinin bulunduğunu görmüyorsunuz. Kuvvetli, kudretli ve şevketli olduğunuz zamanlar beni görmeniz lazım. Bana yenilmiş olduğunuzu biliniz ki işleriniz kolaylaşsın. Korktuğunuz zamanlar, benden ümidinizi kesmeyiniz; sizi, bu korkudan kurtarmaya ve size güven içinde bulunduğunuzu duyurmaya kudretim vardır, Yüce Allah, geceyi gündüze katar; gündüzü, geceye çevirir. [Kur'an Sure:35, ayet 13.] Ölüyü diriden ve diriyi ölüden çıkarır. [Kur'an Sure:30, ayet 19.] buyurulduğu gibi, beyaz inekten, siyah ineği vücuda getiren, siyah inekten beyaz ineği de vücuda getirir. Bunun için, esir bulunduğunuz şu halde, benim hazır ve nazır olduğumdan ümidinizi kesmeyiniz ki ben de sizin elinizden tutayım. Çünkü kafir olanlardan başkası Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. [Kur'an Sure:12, ayet 87.] buyurulmuştur.

Yüce Allah buyuruyor ki: Ey esirler! eğer , ilk dininizden döner, korku ve endişe içinde bulunduğunuz zaman, beni görür ve bütün hallerde, bana yenilmiş olduğunuzu kabul ederseniz, ben sizi bu korkudan kurtarırım; yağma edilen ve ziyan olan mallarınızın hepsini, belki fazlasıyla ve daha iyisini size geri veririm. Sizi yarlığarım. Ahiret saadetini, dünya saadetine yaklaştırırım.

Abbas: "Tövbe ettim, bulunduğum halden döndüm." dedi.

Mustafa (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun): "Allah, bu iddia ettiğim şey için, delil göstermeni istiyor." dedi.

Beyit: (Aşk iddiasında bulunmak kolaydır; fakat bunun delili ve şahidi vardır).

Abbas: "Bismillah! Ne delil istersin?" dedi.

Peygamber (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun): "Elinde kalan malları, kuvvetlenmeleri için İslam askerine dağıt. Eğer Müslüman oldunsa, İslamlığın ve Müslümanlığın iyiliğini istemen lazım." Buyurunca, o: "Ey Allah'ın elçisi, benim neyim kaldı ki? Hepsini yağma ettiler; bana eski bir hasır bile bırakmadılar." dedi. Bunun üzerine Peygamber (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun): "Gördün mü düzelmedin, olduğun gibisin, değişmedin. Ben sana, ne kadar malın olduğunu, ve onu nerede sakladığını, kime bıraktığını, nereye gizleyip gömmüş olduğunu söyleyeyim mi?" buyurunca o: "Haşa!" dedi. Peygamber (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun): "Malının şu kadarını annene bırakmadın mı? Falan duvarın dibine gömmedin mi? Ve ona: "Eğer dönersem, bana teslim edersin; dönmezsem şu kadarını, falan iş için harcarsın; şu kadarını falana verirsin; şu kadarı da senin olur." diye etraflıca vasiyet etmedin mi?" buyurdu. Abbas bunları işitince, şahadet parmağını kaldırdı ve tam bir sadakatle iman getirdi ve: "Ey Peygamber (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun)! Ben gerçekten, senin de eski meliklerden Haman, Şeddad ve Nemrud gibi, sadece dünyevi bir devlet sahibi olduğunu sanıyordum. Bunları buyurduğun zaman, bu devletin gizli, ilahi ve rabbani bir devlet olduğu anlaşıldı." dedi. Mustafa (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun): "Doğru söyledin. Bu defa, içindeki o şüphe zünnarının koptuğunu duydum; sesi kulağıma geldi. Benim, ruhumun içinde gizli olan bir kulağım vardır. Her kim şüphe, şirk ve inkar zünnarını parçalarsa, ben bu gizli kulakla o sesi duyarım ve koparken çıkan ses, benim ruhumdaki kulağıma gelir. Şimdi gerçekten doğru oldun ve iman getirdin." buyurdu.

Mevlana bunun tefsirinde buyurdu ki: Ben bunu: Emir Pervane'ye onun için söyledim: "Sen önce Müslümanlığın başı oldun ve: "Kendimi yok edeyim, İslam'ın bekası Müslümanların çoğalması uğrunda fikrimi, tedbirimi feda edeyim." dedin. Kendi düşüncene güvenerek Allah'ı görmediğin ve her şeyi Allah'tan bilmediğin için, Allah, bizzat bu sebepleri ve çalışmaları, İslam'ın zayıflamasına sebep kıldı. Sen, Tatarla birleştin. Halbuki bu şekilde Şamlıları ve Mısırlıları yok etmek, İslam vilayetlerini kırıp yıkmak için yardım etmiş oluyorsun. Binaenaleyh, İslam'ın bekasına sebep olan şey, bu vaziyette, onun zayıflamasına sebep olmuştur. O halde bu durumda, yüzünü Aziz ve Celil olan Allah'a çevir. Senin için korkulacak bir haldir; bu kötü durumdan seni kurtarması için, sadakalar ver. O'ndan ümidini kesme. O seni öyle bir taatten, böyle bir ma'siyete düşürmüştür. Fakat sen, o taati, kendinden zannettin ve bu yüzden ma'siyete düştün. Şimdi, şu günahkar olduğun durumda bile, ümidini kesme, yalvar. O, taatinden ma'siyet yarattığı gibi, bu ma'siyetten de taat yaratmaya muktedirdir. Sana bundan dolayı pişmanlık hissettirir; tekrar Müslümanların çoğalması için çalışmanı temin eder ve İslamlığın kuvveti olabilmen için de sebepler yaratır. Ümidini kesme. Çünkü kafir olandan başkası, Allah'ın rahmetinden ümit kesmez. [Kur'an Sure:12, ayet 87.]

Maksadım onun bunu anlaması, bu durumda sadakalar vermesi, Allah'a yalvarması idi. Çok yüksek bir durumdan, pek aşağı bir hale düşmüş olduğundan, bu vaziyette de ümitli olması için, ona bunları söyledik.

Yüce Allah aldatıcıdır. Güzel şekiller göstererek aldatır. O şekillerin içinde kötüleri de vardır. Bunu insanın: "Bana güzel bir düşünce ve iyi bir iş yüz gösterdi." Diye, kendi kendini aldatıp, gururlanmaması için yapar.

Eğer her görünen şey, göründüğü gibi olmuş olsaydı, o kadar keskin ve aydınlık bir görüşe sahip olan Mustafa (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun): "Bana eşyayı olduğu gibi göster". (H) diye feryat etmezdi. O, bununla demek ister ki: Ey benim Rabb'im! gerçekte çirkin olanı güzel, güzel olanı ise çirkin gösteriyorsun; bize her şeyi olduğu gibi göster ki tuzağa düşmeyelim ve her zaman yolumuzu kaybetmeyelim.

Şimdi, senin düşüncen, her ne kadar parlak ve güzel ise de O'nunkinden daha iyi olmaz. Sendeki her düşünceye ve her tasavvura güvenme, yalvar ve kork.

Benim maksadım bu idi ve o, bu ayeti ve bu tefsiri kendi iradesine ve kendi düşüncesine göre te'vil etti.
Mesela, ordular sevkettiğimiz şu anda bile, bunlara güvenmemeliyiz ve bozguna uğrasak da düştüğümüz korku ve acz içinde, Allah'tan ümidimizi kesmemeliyiz.

Peygamber (Allah'ın selam ve salatı onun üzerine olsun) yukarıdaki ayeti [sözü] kendi maksadına uygun olarak söylei. İşte benim de söylemek istediğim, bu idi.

17 Ocak 2010 Pazar

MESNEVİ'den Hikayeler 1.Cilt Vahyin Işığı

Osman'dan önce bir katip vardı. Vahyi yazmağa gayret ederdi. Peygamber, kendisine vahiy edilen ayetleri söyledi mi o, hemen kağıda yazardı. Vahyin ışığı, katibe vurunca, gönlüne bazı hikmetler doğardı.

Peygamber de onun içine doğanları aynen söylerdi. O herzevekil, bu kadarcık bir şeyden azdı. Yoldan çıkıp." Allah'tan nur alan Peygamber, ne söylüyorsa o söylediği şey, benim gönlümde, o hakikat benim de gönlüme doğmakta" dedi.

Düşüncesinin ışığı, Peygambere vurdu, katibin canına Allah'ın kahrı gelip çattı. Hem katiplikten çıktı, hem dinden. Kinlenip Mustafa'ya ve dine düşman oldu. Mustafa " Ey inatçı kafir! Nur, sendense niçin şimdi kapkara kesildin?

Eğer Allah ırmağının kaynağı olsaydın böyle bir kara suyun bendini açmaz, akıtmazdın" dedi. Şunun, bunun yanında namusum bir paralık olmasın düşüncesi, ağzını bağladı. Bu yüzden içten yanıp yakılıyordu. Fakat şaşılacak şey şurası ki tövbe de edemiyordu. Ah ediyordu, fakat ah etmesi faydasız. Kılıç gelmiş, kelleyi uçurmuştu. Allah, namusu, ar ve hayayı yüz batman ağırlığında bir demir yapmıştır. Nice kişiler, görünmez bağlarla bağlanıp kalmıştır!

Kibir ve kafirlik, o yolu, o kadar bağlamıştır ki kibir ve küfür sahibi, açıkça ah edemez bile! Allah "Onların boyunlarına zincirler vurduk, başlarını yukarı kaldırmışlardır, indiremezler " dedi. Bu zincirler, bizden dışarıda değil.

"Önlerine, artlarına manalar koyduk, gözlerini perdeleyip örttük" buyurdu. Fakat bu hale uğrayan, önündeki, ardındaki manaya görmez. O dikilen mananın çetinliği görünmez. Çünkü o kişi, kaza ve kaderin tesiriyle kurulduğunu bilmez.

Senin sevgilin, asıl sevgilinin yüzünü örtmekte...mürşidin, asıl mürşidin, sözünü dinlemene mani olmaktadır. Nice kafirler vardır ki din sevdasındadırlar. Fakat namus, kibir, şu bu; onların manaları, halleridir.

Bu, gizli bir bağdır ama demirden beter. Demir bağı, ancak balta kırar...Demir bağı kırmak, kaldırmak ne de olsa yine mümkündür. Fakat gayptan bağlanan bağa kimse çare bulamaz. Bir adamı arı sokarsa tabiatı, derhal o kötülüğü gidermek için uğraşmaya başlar.

Bu da arı sokmasıdır ama kendi varlığından, senden meydana gelmedir. Böyle olunca da gam kuvvetlenir, illet bir türlü geçmez. İçimden bunu açmak, iyice anlatmak geliyor ama ümitsizlik verir diye korkuyorum.

Hayır , ümitsizlenme, sevin o feryada erişen Allah'a feryat et! Ey affetmeyi seven Allah, bizi affet! Ey eskimiş nasır illetinin bile hekimi, bizi bağışla! Hikmetin gönlüne aksetmesi o kötüyü yoldan çıkardı. Sen de kendini görme ki bu görüş senden toz kaldırmasın.

Kardeş sana akıp duran hikmet " Allah Abdali'ndendir, sana ariyettir. O kendisinde bir nur bulmuştur ama o nur, padişahların eşiğinden vurmuştur. Şükret, mağrur olma, ululanma, kulak as ve hiç kendini görme. Yüz binlerce ah ki bu ariyet hal, ümmetleri ümmetlikten uzaklaştırdı.

Kendisini, her konakta sofra başına varacak sanmayan kişiye kul olayım. Adamın bir gün evine varabilmesi için bir çok konakları terk etmesi lazımdır. Demir kıpkırmızı oldu ama hakikatte kızıl değildir ki. Bu kızıllık, bir ocağın demire verdiği ariyet kızıllıktır.

Penceredeki cam, yahut ev; nurlanırsa, ışık verirse onu parlak sanma , anla ki parlaklık güneştedir. Her kapı, duvar " Ben parlağım, başkasının nuruyla parlamıyorum. Parlayan benim" diyebilir. Fakat güneş "Ey ham! Hele ben bir batayım da ne olduğun meydana çıkar" der. Yeşillikler " Biz kendimizden yeşerdik, sevinç içindeyiz, gülümseyip duruyoruz, ta ezelden beri bu yücelik bizde var" diyebilirler.

Fakat yaz mevsimi, onlara " Ey ümmetler, ben geçeyim de o vakit kendinizi görün" der. Vücut güzellikle öğünür, nazlanır durur. Çünkü ruh, kuvvetini, kolunu kanadını gizlemiştir. Vücuda der ki: "Ey süprüntülük! Sen kim oluyorsun ki? Bir iki gün benim ışığımla yaşadın: Nazın işven dünyaya sığmıyor? Hele dur, bekle; ben senden çıkayım da gör.

Seni o ziyadesiyle sevenler, mezara tıkarlar; karıncalara, yılanlara gıda ederler. Çok defalar senin önünde ölüme razı olan yok mu? İşte o, senin pis kokundan burnunu tıkar!" Söz, göz, kulak... Hep ruhun ışığıdır. Suda coşan pırıldayan, ateşin parıltısıdır. Canın ışığı nasıl tene vuruyorsa Abdal'ın ışığı da benim canıma vurmakta. Canın canı olan o Abdal'ın ışığı candan ayak çekti mi...Ten, cansız ne hale gelirse o hale gelir. Şunu bil ki, Ben kıyamet günü bu sözüme şahit olsun diye yere baş koyuyorum.

Yerlerin şiddetle sarsıldığı kıyamet gününde bu yeryüzü, insanların hallerine şahit olur. Gizlediği haberleri ap aşikar söyler. Yeryüzü ve dikenler söze gelir. Filozof; kendi fikrince, kendi zannınca bunu inkar eder. Ona de: Sen var, başını o duvara vura gör!

Gönül ehlinin duyguları; suyun, toprağın, çamurun sözünü duyar durur. Filozof, Hannane direğinin inlemesini inkar eder. Çünkü velilerin duygularından haberi yok, onlara yabancı. Der ki: " halkta sevdanın aksi, birçok hayaller yaratır, onlara gösterir" Halbuki bu fikir, onun fesat ve küfrünün aksidir.

Bu inkar hayali; ona fikrinden, inanışındaki bozukluktan gelmiştir. Filozof; cini, şeytanı inkar eder; fakat inkar eder etmez bir cinin, bir şeytanın maskarası olmuştur. Ey filozof, eğer şeytanı görmedinse kendine bak!( Başını duvara vurup çürütmüşsün, gömgök olmuş) Deli olmadan alın böyle göğerir mi? Kimin gönlünde şüphe, vesvese varsa felsefeye inanmıştır, gizli münkirdir. Bazen dine inanır ama bazı ,bazı da o filozofluk damarı yüzünü kapkara eder.

Sakının müminler; o felsefeye inanış sizde de vardır. Sizde nice sonsuz alimler var. Bütün bu yetmiş iki din ve şeriat sendedir. Senden zahir olduğu gün eyvah haline! Kimde o aykırı inanıştan bir yapracık varsa o günün korkusundan yaprak gibi titrer.

İblis'e cine, kendini iyi adam gördüğünden güldün. Fakat can, postunu ters giyer , içindekini dışarı verirse din ehlinden ne kadar ahlar vahlar çıkar. Dükkanda altın gibi görünen madenlerin hepsi güler. Çünkü imtihan taşı gizlidir.

Ey ayıpları örten Allah! Perdemizi kaldırma; imtihan zamanında bize yardım et, bizi kurtar! Geceleyin kalp altın, hakiki altınla yan yanadır. Altın ise gündüzü bekler. Hal diliyle der ki: " Yalancı, hele bir dur. Herkesin meydana çıkacağı gün bir gelsin!" Lanetlenmiş İblis; yüz binlerce yıl Abdal' dandı, müminler beyiydi. Naz ve istiğnası yönünden Ademle savaştı, kuşluk vakti kokmaya başlayan pislik gibi rüsvay oldu.

Dünya halkı, Baur oğlu Bel'am'a zamanın İsa'sına mağlup oldukları gibi mağlup ve zebun olmuştu. Ondan başka kimseye secde etmezlerdi. Afsunu, hastalara şifa verirdi. Kendisini beğendiği, ulu gördüğü için Musa ile savaştı. Sonra hali, duyduğun gibi oldu. Dünyada yüz binlerce iblis ve Bel'am vardır ki gizli, açık hep bu hale düşmüşlerdir.

Allah, diğerlerine misal olsun diye bu ikisini meşhur etti; Bu iki hırsızı darağacına çekti, yükseltti. Yoksa kahrına uğramış daha nice hırsız var! Bu ikisini aşikare kahredip şöhretlendirdi; yoksa onun kahrıyla ölenler sayılamayacak kadar çok!

Nazeninsin, nazlısın, ama haddince Allah aşkına olsun haddini aşma! Eğer kendinden daha nazenin birisine çatarsan seni yerin yedi kat dibine sokar. Ad ve Semud kavminin hikayeleri ne için söylenip duruyor? Peygamberlerin nazik, nazenin olduklarını bilmen için.