18 Eylül 2010 Cumartesi

FIHi MAFiH FASIL:2

Biri: "Mevlana söz söylemiyorlar." Dedi. Ben: "Bu adamı yanıma, benim hayalim getirdi ve benim hayalim ona: 'Nasılsın, ne türlüsün?, diye bir söz söylemedi. Onu konuşmadan, hayalim buraya çekti. Eğer benim hakikatim onu söz söylemeden çeker ve başka bir yere götürürse, bua niçin şaşmalı?" dedim.

Söz, hakikat'in gölgesi ve fer'idir. Mademki gölge çeker, o halde hakikat, daha iyi bir tarzda cezp eder.

Söz bahanedir. Bir insanı diğer insana doğru çeken şey, söz değil, belki ikisinde mevcut olan ruhi birlikten bir parçadır. Eğer bir insan, yüzbin mucize ve keramet görse, onda veli ve nebiden uygun bir parça bulunmazsa, birleşmezler ve bunun faydası da yoktur. Onu veliye ve nebiye ulaştıran, onların sevgisini içlerinde kaynaştıran, o ortak olan parçadır.

Eğer samanda, kehrübar ile müşterek bulunan bir parça olmazsa, hiçbir zaman kehrübar tarafına gitmez. Onlar arasında bulunan bu aynı cinsten oluş, gizli bir şeydir, göze görünmez.

Bir insanı, her şeyin hayali, o şeye doğru götürüyor. Mesela bahçe hayali bahçeye; dükkan hayali dükkana. Yalnız bu hayallerde gerçeği değiştiren bir şey saklıdır. Mesela bir yerin hayali seni çekti, hayale uyup oraya gidiyorsun. [ O gerçeği değiştire şey] yani yalan-dolan orasını sana güzel göstermiştir. Sonra pişman olup kendi kendine: "Bunda bir hayır vardı sandım, meğer yokmuş." Diyorsun. Bu yüzden bu hayaller, tıpkı içinde birisi gizlenmiş olan çadırlara benzer. Hayaller ne zaman ortadan kalkar ve hakikatler yüz gösterirse, orada, çadır gibi olan hayal bulunmaksızın, kıyamet kopmuş olur ve artık pişmanlık bahis konusu olamaz; seni çeken gerçek, seni cezbeden gerçekten başka bir şey değildir.

O gün gizli şeyler apaşikar olur. [Kur'an, Sure: 86, Ayet: 9]

Gerçekte, cezbeden birdir; fakat sayılı görünür. Görmüyor musun bir insanın türlü türlü, yüzlerce arzusu vardır: "Tutmaç isterim, börek isterim, helva isterim, kızarmış et isterim, meyva isterim, hurma isterim." Der. Bu söylediği ve saydığı şeylerin aslı birdir ve o da açlıktır. Açlık bir tek şeydir. İnsan birinden doyunca: "Bunların hiçbiri istemez!" der. O halde anlaşılmış oluyor ki on ve yüz sayıları yoktur; sadece bir vardır.

Onların sayısını, kafirler için mihnet ve meşakkat eyledik. [Kur'an, Sure: Ayet: 9] buyurulduğu gibi bu insanları saymak karışıklığı mucip olur, fitnedir. Mesela buna bir, onlara yüz, diyorlar; yani veli için bir ve halk için yüzbin derler. Bu, büyük bir günahtır. Veliyi bir, diğerlerini çok görmek, görme ve düşünme yolunu kaybetmek ve büyük bir fitnedir. Çünkü siz, onları çok, veliyi ise bir görüyorsunuz. Onların sayısını, kafirler için mihnet ve meşakkat eyledik. [Kur'an, Sure: Ayet: 9] bunun için buyuruldu. Hangi yüz, hangi elli ve hangi altmış? Elsiz, ayaksız, akılsız ve ruhsuz bir takım insanlar, tılsım ve civa gibi, bu dünyada kaynaşıp dururlar. Şimdi sen onlara altmış yahut yüz ve bin ve buna da bir, de. Bu böyle değildir; belki onlar hiçtirler ve bu bir dediğin bin, yüzbin ve yüzbinlerce bir sayılır. Tıpkı, Bizim kavmin ahalisi azdır; fakat hücum ettikleri zaman çok olur, sözündeki gibi.

Bir padişah, birine yüz kişilik gelir sağlamıştı. Askerler padişahı bu yüzden payladılar. Padişah kendi kendine: "Bir gün gelir, size gösteririm; o zaman bunu niçin yaptığımı anarsınız." Diyordu. Savaş günü geldi. Hepsi kaçmış yalnız o döğüşüyordu. Padişah: "İşte ben bu adama, bunun için para verdim." Dedi.

İnsanın ayırt etme hassasını her türlü garazdan temizlemesi ve dinden yardım araması lazımdır. Din, sahibini tanır. Fakat siz ömrünüzü, ayırt etme hassasından mahrum olan kimselerle geçirdiğinizden, onun iyiyi ve kötüyü ayıran vasfı zayıf düşmüştür ve artık dini insana yar olanı tanıyamaz.

Sen bu vücudu besledin, ama onda ayırt etme hassası yoktur. Ayırt bir sıfattır. Görmüyor musun ki delilinin eli, ayağı var, fakat ayırt'ı yoktur. Ayırt sende bulunan latif bir manadır ve sen, gece gündüz o ayırttan mahrum olan şeyi, beslemeğe uğraşıyor ve onun, bununla kaim olduğunu bahane ediyorsun. Nihayet bu da onunla kaimdir.

Nasıl oluyor ki sen bu ayırttan mahrum olanı tamamen besledin, geliştirdin ve tamamiyle vücudunu beslemekle vakit geçirdin de o latif olan manayı, yani ayırt kudretini, ihmal ettin? Senin zannettiğin gibi bu, onunla kaimdir; o bununla değil. O nur, yani latif ita mana, bu göz, kulak ve diğer pencerelerden ve bu pencereler olmazsa, daha başka pencerelerden kendini gösterir. Çerağa ne lüzum var? Allah'tan ümidi kesmemek lazımdır.

Ümit, güvenlik yolunun başıdır. Yolda yürümesen de daima yolun başını gözet: "Doğru olmayan şeyler yaptım." Deme, doğruluğu tut. O zaman, hiçbir eğrilik kalmaz. Doğruluk Musa'nın asası gibidir; eğrilik ise, sihirbazların sihrine benzer. Doğruluk ortaya çıkınca, onların hepsini yutar. Eğer bir kötülük etmişsen kendi kendine etmişsindir. Senin kötülüğün başkasına nasıl dokunur?

Şiir: (Bak o dağın üzerine konup, kalkan kuş, o dağın nesini arttırdı, nesini eksiltti?)

Sen doğru olursan, onların hiç biri kalmaz. Sakın ümidini kesme.

Padişahlarla bir arada bulunmak şu bakımdan tehlikeli değildir; çünkü ister bugün, ister yarın olsun, zaten fena bulacak ve gidecek olan baş gider. Bu yönden de tehlikelidir; Padişahların nefisleri, kuvvetlenip bir ejderha gibi olur. Onlarla konuşup, onların dostluğunu iddia ve mallarını kabul eden kimse mutlaka onların keyfine göre konuşur. Hatırları hoş olsun diye, onların kötü düşüncelerini benimser ve sözlerinin aksini söyleyemez. İşte bu yüzden de her zaman bir tehlike mevcuttur. Çünkü onların tarafını yaparak, asıl olan diğer tarafı sana yabancı bırakmanın dine zararı vardır. Sen o tarafa yüz çevirir ve sen dünya ehli ile ne kadar uzlaşırsan o da sana o kadar kızar.

Allah zalimlere yardım eden kimsenin üzerine, O zalimi musallat eder. (H)

Senin ona doğru gitmen de bu neticeye varır. Çünkü madem ki o tarafa doğru gittin, sonunda onu senin başına bela edecektir.

Denize varıp oradan birazcık veya bir testi su almakla yetinmek yazık olur. Denizden alınacak inciler ve daha başka binlerce şeyler varken, yalnız su almanın ne değeri olabilir? Akıllı insanlar bununla nasıl öğünürler ve ne yapmış olurlar?

Alem bir köpüktür. Bu deniz muhakkak velilerin bilgileridir. Denizin incisi nerede?

Bu alem, çer çöple dolu bir köpüktür; fakat bu köpük, dalgaların çalkalanmasından, oynamasından ve denizin köpürüp kaynamasından temizlik saflık ve güzellik bulur.

İnsanların kadınlar, oğullar, yük yük altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler gösterişleriyle, içini çeker ve hırsını gıcıklar. Bütün bunlar dünya zevkidir. [Kur'an, Sure: 3, Ayet: 19] Madem ki (Züyyine) süslendirildi, buyruldu o halde, onda gerçek güzellik ve iyilik yoktur; bu güzellik onda iğreti olarak bulunuyor ve başka bir yerden gelmiştir, demektir. Dünya, altın kaplamalı kalp para gibidir. Yani kıymetsiz bir köpükçük olan bu dünya kalptır; önemsiz ve değersizdir. Onu biz altınla sıvadık. İşte bunun için insanların, kadınlar, oğullar, yük yük altınlarla gümüşler, güzel cins atlar, davarlar, ekinler gibi şeyler, gösterişleriyle içini çeker, buyurulmuştur.

İnsan, Allah'ın usturlabıdır. Yalnız usturlabdan anlayan bir müneccim lazımdır. Terecinin ve bakkalın usturlabı olsa bile, bunun onlara ne faydası vardır ve o usturlabla feleklerin ahvalinden, dönmelerinden, burçlarından, bunların tesirlerinden ve değişmelerinden daha bunun gibi şeylerden ne anlarlar? Binaenaleyh usturlab müneccim için faydalıdır. Çünkü kendini bilen Allah'ını da bilir. (H) Bu bakımdan usturlab nasıl feleklerin aynası ise, insan vücudu da Allah'ın usturlabıdır. Çünkü Kur'anda onun hakkında; Biz Adem oğullarını aziz ettik. [Kur'an, Sure: Ayet: 70] buyurulmuştur.

Yüce Allah insanı kendinden bizzat bilgin, bilen ve bilgili kılmış olduğundan, insan kendi varlığının usturlabında zaman zaman, Allah'ın tecellisini ve eşsiz güzelliğini, parıltı halinde görür. O Cemal, hiçbir zaman bu aynadan eksik olmaz.

Aziz ve Celil olan Allah'ın hikmet, marifet ve keramet elbiseleri giydirdiği kulları vardır. Her ne kadar halkın bunları görebilecek görüşleri yoksa da, Allah onları pek çok kıskandığından, onlar da kendilerini tıpkı Mütenebbi'nin: "Kadınlar ipekli elbiseleri ile süslenmek için değil, güzelliklerini korumak için giydiler." Dediği gibi, [hikmet, marifet ve keramet elbiseleriyle] örterler.